Serimizin üçüncü yazısından hepinize merhaba! Bugün sizlerle tarihin farklı dönemlerinden, türlü türlü dertlerle mücadele eden beyaz yakalı dostlarımızı tanıdığımız bu serimizde, gene bambaşka dertleri olan iki “yoldaşımızın” hikayesini paylaşacağım. Şimdiye kadar, anlattığım hikayelerin baş kahramanı dostlarımızın rutin hayatın getirisi olan problemlere yaklaşımını ve denkleme ekonomik kriz dahil olduğunda hayatlarının seyrindeki çalkantılı gidişatlarını gördük; onlarla bir bağ kurma fırsatı bulduk. Bugün ise hem işçi dostumuzu hem de işverenimizi değiştiriyoruz.
Yeni işverenimizin hedefleri, standart bir şirketin amaçladığı kârlılık, pazar payını artırmak, yatırımcılarını memnun etmek gibi olağan şeyler değil; zira içinde bulunduğu pazarın tek paydaşı zaten o. Bu kudretli işverenin, şaşırırsınız, bir hukuk veya işe alım departmanına da ihtiyacı yok; çünkü elinin altında milyonlardan oluşan bir iş gücü mevcut. İçinde bulunduğu coğrafi sınırlarda ise bu işverenin koymadığı bir kanun yok. Evet, bahsi geçen işveren bir devlettir. Üstelik her gün gazetede okuyabileceğiniz bir devlet değil. Egemenlik sahası içinde ekonomik hayattan sosyal ve aile hayatına, yenilen ekmekten içilen suya, verdiğiniz selamdan ettiğiniz kelama, düşündüklerinize ya da düşünmediklerinize kadar nüfuz etmediği hiçbir alan bırakmak istemeyen bir devlet: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği. Çalışan olarak muhatabınız ise bu muazzam kuvvetin tek sahibi ve tarihin en büyük diktatörlerinden biri olan Joseph Stalin.
Peki, kapitalist dünya düzeninin standart bir işvereninden farklı olarak Stalin sizden ne bekler? Stalin ile çalışmanın avantajları neler? Kariyer basamaklarını tırmanırken Stalin size ne katar, sizden neler alır? Gelin, bu soruların cevabını, Sovyet agronomisti (tarla tarımı bilimci) ve botanist Nikolai Ivanovich Vavilov ile sözde meslektaşı Trofim Denisovich Lysenko’nun hikayelerinde birlikte arayalım.
Sovyetler Birliği’nde beyaz yakalı olmak
Komünist bir sistemin içinde beyaz yakalı olmak hem avantajları hem de dezavantajlarıyla kapitalist sisteme kıyasla bambaşka bir deneyimdi. Beyaz yakalı olarak çalışma, genellikle daha iyi bir yaşam standardı ve sosyal imkanlar sağlıyordu. Devlet, bu çalışanlara konut, sağlık hizmetleri ve eğitim gibi sosyal yardımlar sunuyordu. Ancak, aynı zamanda sıkı bir bürokrasi içinde yer almak ve devletin sıkı kontrolü altında çalışmayı da gerektiriyordu. Çalışanlar, ideolojik kurallara uymak zorundaydılar ve işyerlerinde siyasi eğitimler almak yaygındı.
Özü bir sınıf hareketi olan Sovyetler Birliği, fırsat eşitliği konusunda soy ve maddi kuvveti umursamayan bir yapıydı. İdeolojiye kalpten bağlı olduğunuz sürece, temel eğitim ve yüksek öğrenim devlet tarafından herkese tanınmış bir haktı. Eğitimin bu kadar geniş bir insan havuzuna açık olması, yetişmiş insan sayısını ciddi şekilde artırıyor ve Sovyetler Birliği’ni özellikle mühendislik ve bilimsel araştırmalarda ön plana çıkarıyordu. Nihayetinde, bir bilimsel çalışma için kaynak bulmak, arkanızda koca bir devlet varken hiç de zor değildi. Beyaz yakalı çalışanlar genellikle yönetim, eğitim, sağlık, mühendislik ve bilim gibi alanlarda görev alırlardı. Bu çalışanlar, devletin belirlediği normlar ve hedefler doğrultusunda çalışmak zorundaydılar.
Terfi imkanlarına gelecek olursak, Sovyetler Birliği’nde beyaz yakalı çalışanlar için dikey yükseliş imkanları, genellikle devletin ve partinin belirlediği kriterlere bağlıydı. Çalışanların kariyerleri genellikle siyasi bağlılıkları, ideolojik tutumları ve iş performansları ile ilişkilendirilirdi. Yükselmek için sadece işteki başarı değil, aynı zamanda partinin politikalarına uyum sağlamak da önemliydi. Bürokratik yapıda, belirli pozisyonlara atanmak ve yükselmek için genellikle uzun bir süre boyunca deneyim kazanmak gerekiyordu. Aynı zamanda, iş yerinde yapılan değerlendirmeler ve partinin düzenlediği eğitimler de kariyer gelişiminde etkili oluyordu. Önemli görevler, genellikle güvenilir ve sadık partililere veriliyordu.
Bununla birlikte, bazı sektörlerde, özellikle mühendislik ve bilim alanlarında, başarılı projeler ve yenilikçi fikirler sunan çalışanlar daha hızlı bir şekilde terfi edebilirlerdi. Ancak genel olarak, kariyer ilerlemesi, bireysel yeteneklerden çok, siyasi ve ideolojik faktörlere bağlıydı. Sonuç olarak, dikey yükseliş imkanları mevcut olsa da, bunlar genellikle devletin ve partinin kontrolü altında, belirli politik ve ideolojik koşullardan bağımsız düşünülemezdi.
Stalin’in çılgın projesi
Genel tabloyu az çok anladığımıza göre gelelim “ideolojik bağlılık” adı altında Stalin’in çılgın projesine… Efendim, komünizm için önemli konulardan bir tanesi de çevre kontrolüdür. Çevre ve doğa toplumun ortak malı olarak kabul edilir ve toplumsal ihtiyaçlara cevap vermesi beklenir. Elbette, özünde bir ilke olan bu fikir, tutarlı bilimsel gerçeklerle harmanlanır ve bu bilimsel gerçekler tarafından sınırları çizilmiş, gerçekçi politikalarla yorumlanırsa, sürdürülebilir bir gıda akışı sağlanabilir, açlık problemi ortadan kaldırılabilir, çevre ve doğa gerçekten insan yararına hizmet edebilir.
Fakat, gerçeklikten uzaklaşılırsa, kasıtlı olarak yanlış verilerle beslenen bir bilim anlayışı benimsenirse, doğanın ve çevrenin insandan bağımsız işleyen dinamikleri göz ardı edilirse, hatta bunlara saygı duymayan müdahalelerde bulunulursa ciddi kıtlıklar meydana gelebilir, ekosistem çeşitliliği azalabilir, verimli topraklar erozyon gibi doğal afetlere ve çevre felaketlerine açık hale gelebilir. Tahmin ediniz, Stalin’in tercih ettiği tarım yaklaşımı hangisiydi?
Siyasi hayatına birçok politik zafer sığdırmış olan Stalin, doğanın ta kendisini de hakimiyeti altına alacak ve ideolojiye tabii olmayan çiçeğin bile açmasına izin vermeyecekti. Bu uğurda belki milyonlar açlıktan ölecek, Sibirya’nın uçsuz bucaksız tundralarında buğday yetiştirmeye çalışırken nice insanlar telef olacaktı, ancak Stalin bu fedakarlıkları yapmaya hazırdı.
Lysenko: Stalin’in aradığı adam
Fikirlerinizin tartışılmasından, hayır cevabından hoşlanmıyorsanız, ne kadar saçma olursa olsun sizinle aynı fikirde olan insanları çevrenizde görmek istiyorsanız, Trofim Lysenko tam size uygun bir arkadaş. Lysenko sadece sizle aynı fikirde olmakla kalmayacak, “güneş batıdan doğar” deseniz bile, dediğinizi birebir doğrulayacak “bilimsel” delili bir şekilde size temin edecektir.
Harkivli bir köylünün oğlu olarak dünyaya gelen Trofim Lysenko, Harkiv Tarım Enstitüsü’nden 1915 yılında mezun oldu. Uzmanlığını bitki patolojisi ve tarım teknikleri üzerine yapan Lysenko, geleneksel genetik bilimine karşı çıkıyor, Mendel’in kalıtım yasalarını ve kromozom teorilerini reddediyordu.
Lysenko’nun en bilinen teorisi “verimlilik artırma” yöntemidir. Bu yöntem, bitkilerin çevresel koşullara adapte olabileceği ve bu adaptasyonun sonraki nesillere aktarılabileceği fikrine dayanıyordu. Lysenko, klasik genetik anlayışını reddederek, kromozomlar ve genlerden ziyade çevresel faktörlerin kalıtımda etkin olduğuna inanıyordu. Fikrini kanıtlamaktan ziyade pazarlamak konusunda ise olağanüstü yetenekliydi. Batı’daki klasik genetikçileri ve diğer genetik prensiplere dayanan bilimsel disiplinleri karalamak için “Burjuva Bilimi” dediği bir kavram oluşturdu. “Burjuva Bilimi” doğayı anlamaktan ziyade elit sınıfların egemenliğini pekiştiren, toplum ihtiyaçlarını göz ardı eden “kör” bir bilimdi. Oysa O’nun teorisi işçinin ve köylünün teorisiydi; genetik miras gibi “burjuva” fikirlerin bu teoride yeri yoktu. Lysenko’nun teorisi halk için, gerekirse halka rağmen gümbür gümbür geliyordu.
Bu yaklaşımıyla genç yaşında Stalin’in takdirini kazanan Lysenko, kariyer basamaklarını hızla tırmandı. Halk kahramanı ilan edilen Lysenko’nun posterleri kolektif Sovyet çiftliklerinin duvarlarını süslüyor, ödüllerden ödül beğendirilemiyor ve Sovyetler Birliği Bilim Akademisi ile Sovyetler Birliği Tarım Bilimleri Akademisi gibi prestijli kurumlarda yüksek makamlarla gelen refahın tadını çıkarıyordu. Ancak, teorilerinin sahadaki performansı oldukça farklıydı. Lysenko’nun önerdiği “yazlık buğday” uygulaması, geleneksel buğday çeşitlerinin yerini alması için teşvik edildi. Ancak bu yöntem çoğu yerde verim kaybına yol açtı ve birçok çiftçi beklenen sonuçları elde edemedi. Bu durum, gıda üretiminde azalmaya neden oldu.
Lysenko’nun bir diğer eseri, çevresel adaptasyon teorileriyle, tarımda yerel çeşitlerin korunması yerine tek tip bitki yetiştirilmesine neden oldu. Bu, tarımda biyoçeşitliliğin azalmasına yol açtı ve ekosistemlerin dayanıklılığını zayıflattı. Çevre kontrolü konusunda kafayı bozan Lysenko, yüksek miktarlarda gübre ve pestisit kullanımını teşvik ettiği için birçok verimli tarım arazisi niteliğini yitirdi ve uzun vadede kullanılamaz hale geldi. Tarım hakkında yapılan ve yapılacak her çalışma üzerinde sınırsız kontrolü olan Lysenko, meslektaşlarının karşı fikirlerini acımasızca bastırdı. Onların araştırma yapmalarına müsaade etmedi, çoğu işinden ve kariyerinden oldu; maalesef onlar şanslı olanlardı. Lysenko’nun şerrinin en vahim kurbanı, Nikolai Vavilov olacaktı.
“Ateşe yürüyeceğiz, yanacağız, ancak ilkelerimizden asla taviz vermeyeceğiz.”
Yıldızı parlak meslektaşının aksine, Nikolai Vavilov 1887 yılında Moskova’da tüccar bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Klasik genetik prensiplerini benimseyen Vavilov’un meslektaşı Lysenko’ya kıyasla bambaşka fikirleri vardı. Tarımda sürekliliğin sağlanması adına biyolojik çeşitliliğin korunması, tarıma uygun bitkilerin genetik kaynaklarının iyi anlaşılması ve bu gen kaynaklarının muhafaza edilmesi, Vavilov’un yaklaşımının ana unsurlarıydı. Vavilov, bu uğurda tam 64 ülkeye 115 seyahat gerçekleştirdi, bu ülkelerin çiftçileriyle konuştu, bitki ve tohum örnekleri topladı. Vavilov henüz farkında olmasa da, insanlığın herhangi bir felaketten sonra hayatta kalabilmesinin anahtarlarından biri olan ilk “tohum bankasını” oluşturuyordu.
Vavilov’un en önemli katkılarından biri, “gen merkezleri” teorisiydi. Bu teoriye göre, belirli coğrafi bölgeler, belirli bitki türlerinin genetik çeşitliliğinin en zengin olduğu alanlardır. Vavilov, bu merkezleri belirleyerek, tarımsal bitkilerin kökenlerini ve evrimsel geçmişini aydınlatmıştır. Örneğin, bu merkezler arasında Güneydoğu Asya, Orta Doğu ve And Dağları gibi bölgeler yer almaktadır. Bütün bu adanmışlık ve bilimsel başarılara rağmen, Vavilov’un Sovyetler Birliği’ndeki kariyeri, ne yazık ki Lysenko’nun yükseldiği 1920’lere denk geldi.
Lysenko kontrolündeki Sovyet bilim camiası, Vavilov’un çalışmalarını önce görmezden geldi, sonra doğrudan engellemeye başladı. Lysenko, Stalin’e duymak istediği şeyleri söylemek konusunda Vavilov’dan çok daha iyiydi. Çarpıtılmış veya kökten yanlış verilerle Stalin’i sürekli mutlu ediyor, pozisyonunun getirdiği kuvvetle de Vavilov gibi müspet bilimin peşindeki meslektaşlarını gerek fon kesintileriyle, gerek haklarında açılan soruşturmalarla yıpratıyordu. Lakin Vavilov, fikirlerinden asla vazgeçmedi. Kendisine bu durum sorulduğunda cevabı çok netti: “Ateşe yürüyeceğiz, yanacağız, ancak ilkelerimizden asla taviz vermeyeceğiz.”
İkinci Dünya Savaşı’nın Sovyetler’in kapısına dayandığı 1940 yılına gelindiğinde Vavilov, başını Lysenko’nun çektiği bir komite tarafından İngiliz casusluğu ile suçlandı, önce idamı istendi, sonra ise Saratov Cezaevi’nde 20 yıla mahkûm edildi. Stalin’e derdini anlatmak için yazdığı dilekçelerin tamamı Lysenko tarafından engellendi. 1943 yılında hayatını kıtlığın önlenmesi ve gıda güvenliğine adamış olan Nikolai Vavilov, Saratov Cezaevi’nde açlıktan hayatını kaybetti. İtibarını ise ancak yıllar sonra geri alabilecekti.
Vavilov ve Lysenko’nun hikayesi bizlere ne anlatıyor?
Nereden bildiğimi sormayın; bilim insanları, bilhassa genetikçiler, geniş beyaz yakalı havuzu içerisinde işlerine bağlılık denildiğinde, tutkularını görebileceğiniz insanlardandır. Bir kısmıyla tanışma şansınız olduysa, işlerine duydukları sadakatin, içlerinde bulundukları sosyal ortam, gelir ve refah düzeyi veya çevresel şartlardan ziyade işin kendisinden kaynaklandığını size hissettirirler. Neyleyim, onların beklentileri her ne kadar tutkuları çerçevesinde şekillense de, çevrelerinin onlardan beklentileri bambaşka bir tartışma konusudur. Bu niş grubun dışında kalan beyaz yakalılar olarak da, bu hikayeden çıkarabileceğimiz dersler mevcuttur.
Bana göre, en önemli husus şu: Beklentilerimiz günümüzde her ne kadar ekonomik ve sosyal güvencelerimiz, kaygılarımız çatısı altında toplanıyor da olsa, insan olarak üretkenliğimizi muhafaza edebilmek, esasında bir fikir ve vicdan hürriyeti sorusudur. Stalin kadar uçlarda olmasa bile, bizlerin de işverenleri bizlerden prensiplerimizle örtüşmeyen taleplerde bulunabilir, ortada her ne kadar bizi bir dereceye kadar koruyan farklı yasalar da olsa, yoruma açık hususlarda bu yasaların sınırlarını zorlayabilir, kendimizi koruma refleksimizi kendi çıkarları doğrultusunda yönetebilir ve bunları kendi ajandaları için kullanabilirler. Şanslıyım ki henüz inanç sistemimi test eden bir işverene denk gelmedim; ancak o gün geldiğinde, mutlaka Vavilov ve Lysenko’nun hikayesini hatırlayacağımdan emin olabilirsiniz.
Hepinize fikri hür, vicdanı hür günler dilerim, bir sonraki yazımızda görüşmek üzere, hoşçakalın…
“İlk beyaz yakalılar” serisinin bir önceki makalesine de göz atın: İlk beyaz yakalılar: Hans Fallada’nın kaleminden Büyük Buhran ve Weimar Cumhuriyeti