Uzun bir aranın ardından “İlk Beyaz Yakalılar” serimizden hepinize tekrar merhaba! Biliyorum, arayı biraz uzatmış olabilirim, lakin inanın son ay benim için inanılmaz hızlı geçti ve ben odağımın tamamını sizlere veremeyecek bir durumda karşınıza çıkmak istemedim. Bugün ise gönlünüzü alacağına inandığım bir hikayem var. Hep beraber çağlar boyunca sorulmuş çok önemli bir soruya cevap arayacağız. Bu cevabı ararken bize eşlik edecek beyaz yakalı dostumuz ise “Adli Muhasebenin Babası” olarak geçen Frank J. Wilson olacak. Tarihin en tehlikeli suç örgütlerinden birini doğrudan karşımıza almak, ben dahil çoğu beyaz yakalı dostumuzun maaşının çok üzerinde kalan bir iş tanımı olsa gerek, lakin Frank için öyle değildi. Kolay korkmayan tabiatı, sayıların diline olan yatkınlığı ve çelik gibi sabrı ile Frank, suç ile şekillenmiş İçki Yasağı Amerikası’nın ikon mafya babası Al Capone’u dize getirecekti.
Kalem kılıçtan üstün müdür?
Aslına bakarsanız Frank’in ilk tercihi kılıçtı. 1887’de Buffalo’da polis bir babanın oğlu olarak dünyaya gelen Frank, Amerikalı kamu çalışanlarının klişeleşmiş “Koru ve hizmet et” şiarı ile babası gibi polis olma hayalleri ile büyüdü, ancak ileri derece miyop olmasından ötürü ne polisliğe ne de askerliğe uygun görüldü. Çocukluğundan beri sayılarla arası iyi olan Frank, kariyerine özel sektörde emlakçı olarak başladı, bununla beraber onun esas hayali daima kamuya hizmet etmekti. Birinci Dünya Savaşı esnasında bu arzusuna kavuşacak, Amerika Gıda İdaresi’nde müfettiş olarak kamu kariyerine başlayacaktı.

Adli soruşturmalardaki keskinliği, titizliği ve kararlılığı ile üstlerinin anında dikkatini çekti, kısa sürede savaş dönemi gıda regülasyonlarına uymayan stokçuların, karaborsacıların korkulu rüyası haline geldi. Gelirlerini kılıfına uydurmak için türlü muhasebe oyunlarına giren karaborsacıların hesaplarındaki tutarsızlıkları görmek, onlara karşı sağlam davalar oluşturmak Frank’in inanılmaz yatkın olduğu bir işti. Savaştan sonra Hazine Bakanlığı’na bağlı İç Gelir Servisi’nde (IRS) özel ajan mertebesi ile yükselişine devam etti. Özetle Frank daima kılıç arzulamıştı, ancak eline kalem verildiğinde çok daha tehlikeli bir adamdı.
İçki yasağı ve suçun yükselişi
Amerika Birleşik Devletleri’nde içki yasağı, 1920-1933 yılları arasında yürürlükte olan ve 18. Değişiklik (18th Amendment) ile yürürlüğe giren bir dönemi kapsar. Bu süreç, birçok toplumsal ve ekonomik etkileri beraberinde getirmiştir. Yasağın temel amacı, alkol tüketiminin azaltılması ve bunun sonucunda gelen sağlık sorunlarının, ailevi reformların ve toplumsal huzursuzlukların önüne geçilmesi olarak belirlenmişti. Ancak, içki yasağı uygulamaları beklenenin aksine birçok sorun doğurdu. Yasağın getirdiği kısıtlamalar, alkol üretimi ve tüketimini yasadışı hale getirdiği için, yer altı içki üretimi (kaçakçılık) ve satışına yol açtı.
Bu dönemde, organize suç grupları hızla güç kazandı. Kaçak içki üretimi ve satışı, gangsterlerin ve suç çetelerinin ana gelir kaynağı haline geldi. Al Capone gibi ünlü gangsterler, yasağın sağladığı karanlık pazar sayesinde büyük servetler edindi. Yasağın getirdiği bu suç patlaması, aynı zamanda polisin ve yargının da baskı altında kalmasına neden oldu. Polisler, yolsuzluk ve rüşvetle suçlandılar; toplumda güven bunalımı yaşandı.
Özel Ajan Frank J. Wilson
Suçla şekillenmiş bu dönemde Frank karakteri ile ön plana çıktı. Amiri Elmer Irey’nin sözleri ile Frank “Yürüyen hiçbir şeyden korkmaz, eğer bulacağı bir şey olduğuna inanıyorsa bir kitabın başında günde 18 saat, haftada 7 gün hatta sonsuza kadar oturabilir” bir adamdı. Sorgusuna girdiği bütün şüpheliler odadan soğuk soğuk terleyerek ayrılıyordu. Vergi kaçıranlar, kalpazanlar, içki kaçakçıları, hiçbiri Frank’in sorgu odasında güvende değildi. Bütün başarılarına rağmen, Frank’in ateşle imtihanı henüz başlamamıştı: İmtihanın fitili 1929 yılının Sevgililer Günü’nde ateşlenecekti.
Sevgililer Günü Katliamı, Al Capone için sonun başlangıcı
Soruşturma 1929’da, Chicago’daki organize suç ve özellikle Capone’un giderek artan gücü ile birlikte, hükümetin suç örgütlerini hedef alma çabalarının bir parçası olarak gündeme geldi; lakin bu tartışmaları somut bir soruşturmaya çevirecek olay, kanlı bir Sevgililer Günü’nde yaşandı. Capone’un en büyük düşmanlarından biri olan George “Bugs” Moran liderliğindeki North Side Çetesi’ne düzenlenen bir saldırı, kamuoyunda büyük tepki yarattı. 14 Şubat 1929’da, Capone’un adamları polis kılığına girerek Moran’ın adamlarını bir garajda topladı ve onları makineli tüfeklerle infaz etti. Moran saldırıdan kurtuldu, ancak yedi adamı öldürüldü. Bu olay, Capone’u ulusal çapta bir suç figürü haline getirdi ve yetkilileri onu durdurmak için harekete geçmeye zorladı, fakat Al Capone gerçekten zor bir hedefti.
Frank J.Wilson Al Capone’un ensesinde
Wilson, Capone’un yıllar boyunca gerçekleştirdiği yasa dışı faaliyetler ve çok sayıda cinayetle ilişkilendirilmesine rağmen, onu hapse atmanın tek yolunun vergi kaçakçılığı üzerinden gitmek olduğuna inanıyordu. Bunun nedeni, alkol kaçakçılığı ve diğer suçlardan dolayı kanıt bulmanın zor, bununla birlikte vergi beyannameleri ve finansal belgeler üzerinden somut delillere ulaşmanın daha kolay olmasıydı. Frank zaten 1928’den beri IRS bünyesinde Al Capone’a karşı bir soruşturma yürütüyordu, ancak yaşanan bu olaydan sonra Al Capone’un mahkum edilmesi ABD için bir beka meselesi haline gelmişti.
Frank, Al Capone’un mali durumunu iyice incelemeye başladı: Capone’un hiçbir banka hesabı yoktu, gelirlerini doğrudan kendi adına kaydetmiyordu. Ödemeler genellikle nakit olarak yapılıyor, sahte isimler ve aracılar kullanılıyordu. Neyleyim ki Frank zorluklarla yıldırılabilecek bir adam değildi, sabırlı ve sistemli bir şekilde çalışarak Capone’un doğrudan harcamalarını ve dolaylı gelir akışlarını belgelemeye odaklandı, Capone’un adamlarının tuttuğu muhasebe defterlerine ulaşmaya çalıştı. İlk başta kimse konuşmaya yanaşmadı. Ancak, Capone’un muhasebecilerinden biri ele geçirildi ve ona ait defterlerde, Capone’un gizli gelirleri hakkında kritik bilgiler bulundu. Bu defterlerde: Kumarhanelerden ve içki kaçakçılığından elde edilen gelirler listeleniyordu. Çeşitli suç faaliyetlerinden elde edilen kârların kimlere gittiği ve nasıl dağıtıldığı yazıyordu. Capone’un adamlarına yapılan ödemeler de kayıtlıydı. Defterde yer alan bazı kodlar ve takma isimler, Frank’in ekibi tarafından çözüldü ve doğrudan Capone’a bağlandı.
Frank bununla da yetinmedi, Capone’un lüks yaşam tarzının da izini sürdü. Amacı “geliri beyan edilmemişse vergi kaçırılmıştır.” prensibi ile dava dosyasını kuvvetlendirmekti. Capone’un vergi kaydı olmasa da, şu tür masrafları açıktaydı: Lüks otellerde kaldığına dair faturalar, pahalı arabalar ve mücevherler için yapılan ödemeler, büyük miktarlarda nakit harcama kayıtları ve nicesi…Capone, herhangi bir resmi geliri olmamasına rağmen aşırı lüks bir hayat sürüyordu. Bu durum Frank’in yeni suçlamalar hazırlaması için oldukça yeterliydi.
Frank sadece paranın izini sürmüyor, konuşmaya ikna edeceği tanıkların da peşine düşüyordu ve Capone’un muhasebecilerini ve eski çalışanlarını tanık olmaya ikna etmek için çaba gösterdi. Bunlardan bazıları, hapisten kurtulmak veya daha hafif cezalar almak için iş birliği yapmayı kabul etti. Özellikle Leslie Shumway adlı muhasebeci, Capone’un gelirleriyle ilgili çok önemli bilgiler verdi. O ve birkaç eski çalışan, Capone’un doğrudan yönettiği yasa dışı işlerin kayıtlarını tuttuğunu doğruladı. Frank artık Al Capone’un karşısına çıkmaya hazırdı. Bu süreçte o ve ekibi 2 milyona yakın belge incelemiş ve 23 farklı vergi kaçakçılığı suçlamasından oluşan bir dosya meydana getirmişti. Zaman hasat zamanıydı.
Al Capone’un sonu ve adli muhasebenin doğuşu
Mahkeme sürecinde Al Capone ve adamları jüriyi korkutarak davayı düşürmeye çalışsa dahi, tetikte bekleyen savcıların gayretiyle jüri son anda değiştirildi. Frank Wilson’ın bulduğu kanıtlar son derece ikna edici ve nihai idiler. Al Capone mahkeme boyunca ne yaparsa yapsın Frank’in kaleminden kurtulamadı ve nihayetinde 1931’de 11 sene hapse mahkum edildi. O olmayınca bütün suç imparatorluğu da onunla beraber tarihin tozlu sayfalarına karıştı.
Frank J. Wilson’ın yürüttüğü bu soruşturma, suçluların mali yollarla yakalanabileceğini gösteren ilk büyük örneklerden biri oldu. IRS, bundan sonra diğer suç örgütlerini ve hatta politikacıları da vergi kaçakçılığı yoluyla hedef almaya başladı. Tanıkların korktuğu, delil toplamanın imkansıza yakın olduğu durumlarda Frank Wilson’ın ortaya attığı “Daima parayı takip et” prensibi bundan böyle bütün organize suç soruşturmalarının temel taşını oluşturacaktı. Herkesin elinde aynı şekilde işler mi bilmiyorum ama en azından Frank’in kalemi birçok kılıçtan üstündü. Üstelik bundan böyle “Adli Muhasebenin Babası” olarak anılacaktı.
Frank’in hikayesi bizim için ne ifade ediyor?
İtiraf edelim, çoğumuz hayalini kurduğumuz işlerde çalışmıyoruz. Nedeni bazen sağlığımızın el vermemesi, bazen hayatın farklı şekillenmesi, bazen de hayatımızı idame ettirme zorunluluğu gibi çeşitli sebeplerle özetlenebilir. Peki hayallerimizin temel taşı olan ilkelerimiz ve meziyetlerimiz gerçekten elimizden bu kadar kolay alınabilir şeyler mi?
Demek istediğim hayalimiz olan işte çalışmıyor, hayalimizde olan pozisyonda değiliz diye bize başta bu hayalleri kurdurtan ideallerimizi ve yeteneklerimizi de mi rafa kaldırıyoruz? Şahsen benim Frank’in hikayesini okuyana kadar ciddi şüphelerim vardı, ancak Frank ile tanıştıktan sonra emin oldum ki cevap; hayır. Fark ettiğim husus şu ki, çoğumuzun hayali aslında bir titr, bir iş tanımı değil, aksine eylemlerden oluşuyor. Frank’in hayali bir polis memuru olmak değildi, “Korumak ve Hizmet Etmek” idi onun hayali ve günün sonunda sadece ülkesine değil, bütün dünyanın mali suçlarla mücadele eden insanlarına çok büyük hizmetlerde bulundu. Benim hayalim ise insanların hayatına bir şekilde dokunmaktı aslında. Beni mutlu eden şey, ben bir odadan çıktıktan sonra içerde kalan insanların hayatında küçük veya büyük bir değişim yaşanması, bilmediği bir şeyi öğrenmesi, kendi için iyi bir işe vesile olmuş olmaktı. Fark ettim ki, Frank gibi benim de bu hayal için aslında bir titre ihtiyacım yok. Umarım sizlerin de yoktur.
Şimdilik “İlk Beyaz Yakalılar” serisine bir ara vereceğim, anlatmak istediğim farklı hikayeler, paylaşmak istediğim farklı dönemler var. Merak buyurmayın, onların da en az beyaz yakalı dostlarımız kadar ilgi çekici olması için elimden geleni yapacağım, ayrıca bu dostlarımıza tamamen yüz çevirmiş de değilim. Kendilerine mutlaka bir gün geri döneceğim. Bir başka yazımızda görüşmek üzere, hoşçakalın…
Doğa Çakar’ın kaleminden bir önceki “İlk Beyaz Yakalılar” köşesine de göz atın: Ali Al-Naimi, Saudi Aramco ve bakanlık