Kaç kez harika bir video izlerken tam ortasında bir reklamla bölündünüz? “Reklamı Geç” butonunun çıkmasını beklediğiniz saniyeler iki katı uzunlukta hissettirmiş olabilir… Peki ya bu kesinti, deneyiminizi bozmak yerine zenginleştirseydi? Size özel içerikler, kamera arkası görüntüler veya bir içeriğin parçası olduğunuzu hissettiren bir an sunsaydı?
Mastercard CMO’su Raja Rajamannar’a göre, pazarlama profesyonellerinin artık kaçınması gereken tam da bu: İçeriği bölen, izleyiciyi koparan reklamlar. Sorunsuz bir kullanıcı deneyimi vadedilirken, reklamlar çoğu zaman hayal kırıklığı yaratıyor. Markalar kampanyalarına ciddi yatırımlar yapıyor ama birçok tüketici reklamsız aboneliklere yöneliyor ya da reklam engelleyiciler kullanıyor. Backlinko’nun 2024 verilerine göre, internet kullanıcılarının yüzde 63’ü reklamları aşırı bulduğu için ad-blocker kullanıyor.
Medya dünyası hızla değişirken ve dikkat süremiz giderek kısalırken, geleneksel reklam yöntemleri artık izleyiciyle etkileşim kuramıyor. Platformlar arası uyarıcı yoğunluğu yüzünden reklamlar ya arka planda kayboluyor ya da izleyicide olumsuz bir iz bırakıyor.
Yeni nesil tüketici ne istiyor?
Tüketiciler artık yalnızca bir şey satın almak değil, o şeyin parçası olmak istiyor. Etkileşim, deneyim ve katılım arıyorlar. Kalıcı bağlar kurmak isteyen markalar ise konvansiyonel reklam alanlarının ötesine geçerek markayla duygusal bağ kurduracak yollar aramalı. Bu doğrultuda Rajamannar’ın konvansiyonel reklam spotlarının ötesinde, farklı hedef kitleler ve markalara uygun üç yaklaşımını yakından inceliyoruz:
30 saniyelik reklamı yeniden yorumlamak
Önde gelen markalar, reklam sürelerini daha etkili kullanmanın yollarını arıyor. Alışılmış 30 saniyelik reklam spotları genellikle geçici etki yaratıyor, ancak bu süre unutulmaz bir ana dönüştürülürse, gerçek bir etki yaratabilir.
Örneğin, bu yılki GRAMMY Ödülleri’nde geleneksel reklam süresi yerine Lady Gaga’nın yeni klibi yayınlandı ve hayranların koreografiyi öğrenip onunla tanışma şansı yakalayabileceği bir yarışma başlatıldı.
Arnold Palmer Invitational golf turnuvasında ise reklam tamamen etkinliğin içine entegre edildi. Golfçüler ve yardımcıları arasında geçen sahne arkası sohbetler ekranlara taşındı. Hem reklam süresi kısaldı hem de izleyicilere gerçekten ilgilendikleri özel içerikler sunuldu.
Reklamı bir kesinti değil, eğlence haline getirerek markalar, pasif izleyicileri aktif katılımcılara dönüştürebilir. Rajamannar, buradaki anahtarın izleyicilerin gerçekten izlemek isteyeceği, reklam çok bir deneyim gibi hissetiren anlar yaratmak olduğunu vurguluyor.
Reklam değil, hikaye: Markalı içerikler ve eğlence evrenleri
Bazı markalar konvansiyonel reklam yaklaşımından tamamen uzaklaşıp, sahip oldukları fikri mülkiyetleri birer eğlence deneyimine dönüştürüyor ve kültürün içine yerleşiyor.
Lego bu stratejinin başarılı örneklerinden biri. Bir oyuncak firması olarak yola çıkan marka, 2014’te çıkan “The Lego Movie” ile büyük bir başarı yakaladı, ardından “Lego Batman” ve “Lego Ninjago” geldi. Star Wars, Marvel ve Harry Potter gibi dev markalarla iş birliği yapan Lego, video oyunlarına da adım attı. Bu genişleme oyuncaklara olan ilgiyi de artırdı; fiziksel ürünlerden dijital deneyimlere ve tekrar geriye uzanan bir döngü oluştu.
Reklamveren olmak yerine içerik üreticisi olan markalar, hedef kitlelerini daha doğal ve içselleştirilmiş yollarla yakalayabiliyor. Film, dizi veya etkileşimli medya aracılığıyla bir dünya kuran markalar, sadece ürün değil, hikaye satan ve bağ kuran yapılar olarak öne çıkıyor.
Ekran dışında deneyim: Gerçek dünyayla bütünleşmek
Bazı markalar reklamı tamamen rafa kaldırarak hayranlarını kendi dünyalarına dahil eden fiziksel deneyimlere odaklanıyor. Rajamannar, bu yılki CES fuarında, Netflix Tüketici Ürünleri Başkan Yardımcısı Josh Simon ile yaptığı sohbette, Netflix House ve Netflix Bites gibi deneyimsel platformları konuştuğunu belirtiyor ve ekliyor: “Bunlar yalnızca birer marka uzantısı değil, izleyicilerin sevdikleri dizilerin içine adım atabilecekleri, yemeklerini tadabilecekleri, sahneleri yaşayabilecekleri dünyalar.”
Ekran ortadan kalktığında markalar, tüketicilerle daha derin ve kişisel bir bağ kurma şansına sahip oluyor. İnsanlar yalnızca izlemek ya da dinlemekle kalmıyor, markayı gerçekten deneyimliyor.
Geleceğe bakış: Hikayeyi geçme, sahiplen
Rajamannar, gelecekte kazanan markaların en yüksek bütçelere ya da en yüksek sesli kampanyalara sahip olanlar değil, kültüre en sorunsuz şekilde entegre olabilenler olacağını vurguluyor. İnsanların atlamak yerine isteyerek dahil oldukları deneyimler yaratan markalar öne çıkacak.
İster eğlence odaklı içerikler, ister yeniden tasarlanmış reklam anları, isterse tamamen fiziksel deneyimler olsun; markalar artık izleyicinin sevdiği dünyalara dahil olmalı diyor Rajamannar ve ekliyor: “Böylece yalnızca dikkat çekmekle kalmaz, aynı zamanda sadakat de kazanırlar.”
Peki, konvansiyonel reklam yaklaşımlarının pabucu dama mı atılmalı? Tabii ki hayır! Ancak uzun süredir çalışan bir model olan “mümkün olan en çok kişiye ulaşmaktan” ziyade, doğru kişilere doğru mesajla ulaşmak önemli hale geliyor. Teknoloji büyük bir fırsat; veri ve yapay zeka sayesinde markalar kişiselleştirilmiş deneyimler sunabilir, daha etkileyici içerikler üretebilir ve sonuçta daha güçlü iş sonuçları elde edebilir.
Rajamannar sözlerini şu değerli sözlerle bitiriyor: “Geleceğin pazarlaması, mesajları insanlara zorla ulaştırmak değil; onların bir parçası olmak isteyecekleri anlar yaratmakla ilgili.”
Buna da göz atın: Bilgi çağında FOMO değil, JOMO! (JOY of Missing Out)