Her şeyden önce kaos varmış. Bu kaos, kozmik güçler sayesinde yumurta şeklini almış. Bu güçlerin ismi Yin ve Yang imiş. Tamamlayıcı kozmik güçler, yumurtayı iyiden iyiye şekillendirmiş. Yumurtanın içinde de boynuzlu, uzun boylu ve kıllı Pangu isminde bir dev yaşarmış. Aradan 18 bin yıl geçmiş. Pangu’nun boyu uzamış. Kocaman bir baltası varmış. Canı sıkılan Pangu baltasıyla yumurtaya sert bir darbe indirmiş. işte o an yumurta ortadan ikiye yarılmış. Yumurtanın alt yarısı Yin, toprağa; üst yarısı Yang gökyüzüne dönüşmüş. Pangu, hayatını kaybedince nefesi rüzgara, vücudundaki pireler ise insana dönüşüvermiş…
Mitolojik hikayeler, Çin ve insanın yaratılışını Pangu’ya kadar götürür. Ancak bugün konumuz, ne Pangu ne de mitoloji. Önce Çin’in toplumsal yapısını şekillendiren üç büyük düşünce akımına göz atacağız. Sonra Konfüçyanizm, Taoizm ve Legalizm’in Çin’in kaderini nasıl şekillendirdiğini inceleyeceğiz. Sonda söyleyeceğimi başta söyleyeyim: Her bir düşünce akımı, dönemin kaosuna karşı bir çözüm arayışıyla, çeşitli düşünürler tarafından ortaya atıldı, takipçileri tarafından yüceltildi ve zamanla evrildi. Ancak bu düşünceleri sadece geçmişin ürünleri olarak görmek, onları dar bir perspektife hapsetmekle eş anlamlı olacaktır. Aydınlanma Çağı’nda veya Orta Asya’daki İslami Rönesans döneminde şekillenen pek çok düşüncenin köklerini, bu akımların ilkel temellerinde bulmamız oldukça ilgi çekici. Dolayısıyla, bu fikirleri göz ardı etmek, önemli bir düşünsel mirası gözden kaçırmak anlamına gelirdi.
Kaos ve düzen arayışı: Çin’in sosyo-felsefi temelleri
Çin, çok eski bir tarihe sahip. Çin’in ilk yazılı kaynakları, Xia ve Shang hanedanlarının tarihine (MÖ 2000’lere) kadar uzanırken, gerçek anlamda felsefi düşünceler Zhou döneminde şekillenmeye başlar. Bu dönemin en önemli figürlerinden Konfüçyüs’ün, Taoizm’in kurucusu Laozi’nin ve Legalizm’in babası Han Feizi’nin fikirleri bu dönemde doğar. Laozi’nin gerçekten yaşamış olduğuna dair kesin bir kanıt bulunmamakla birlikte, bu üç düşünürün yaşadığı döneme dair tahminler, Laozi’nin diğer ikisinden daha eski olduğunu gösteriyor. Laozi’nin MÖ 6. yüzyılda yaşadığı öngörülmektedir. Konfüçyüs’ün Laozi’yi tanıdığına dair ise şehir efsaneleri bile bulunmaktadır. Han Feizi, yaklaşık üç yüzyıl sonra, Konfüçyüs’ün öğrencilerine karşı kendi fikirlerini savunmuştur. Legalizm, özünde bir Konfüçyüsçülük eleştirisi veya onun gelişmiş bir versiyonunu ortaya koyma çabasıdır.
Zhou Hanedanı’nın çöküşü, toplumsal ve siyasi kaosun derinleşmesine neden olmuştu. Bu çöküş gölgesinde gelişen felsefi akımlar yalnızca kaosa bir yanıt olmakla kalmamış; aynı zamanda dönemin yönetimsel, kültürel ve ahlaki gereksinimlerini karşılayan aparatlara da dönüşmüşlerdir. Her bir düşünür, mevcut toplumsal düzenin eksikliklerini gidermek ve ideal bir yönetim anlayışı ortaya koymak amacıyla fikirler ortaya koymuştur.
Her biri, dönemin kaosunu önlemek için farklı yollar önermiştir. Konfüçyüsçülük, toplumsal düzeni ahlaki erdemlerle ve eğitimle sağlama fikrini benimserken, Taoizm doğanın akışına uyum sağlamayı, Legalizm ise katı yasalar ve merkezi otoriteyle toplumu kontrol etmeyi savunmuştur. Ancak bu felsefi akımlar, yalnızca birbirlerine karşı değil, aynı zamanda birbirlerini dönüştürerek ve sentezleyerek de işlev görmüşlerdir. Çoğu zaman, Çin’in tarihsel dönemlerinde bu düşünceler birbirlerinin yerine değil, birlikte var olmuşlardır. Han Dönemi gibi örneklerde, Legalizm’in getirdiği merkeziyetçilik ve güçlü yönetim anlayışı, Konfüçyüsçülüğün ahlaki değerleriyle ve Taoizm’in doğaya uyum mesajı ile bir araya gelmiştir.
Konfüçyüsçülük: Ahlak ve eğitimle ideal düzen
Konfüçyüs’ün düşünceleri, toplumsal düzenin ahlaki değerlerle sağlanabileceği inancına dayanıyordu. O, hükümdarın yalnızca iktidar sahibi değil, aynı zamanda erdemli ve bilgili bir lider olması gerektiğini savunuyordu. Konfüçyüsçülük erdemli bireylerin, ritüeller ve sosyal hiyerarşiler aracılığıyla toplumsal düzeni sağlayabileceğine inanıyordu. İnsanların doğuştan kötü olmadığını – çoğu Konfüçyüsçü böyle düşünür ancak hepsi değil – ancak eğitimin ve kültürün erdemlerin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadığını vurguluyordu. Ritüeller ve eğitim olmadan insanın içindeki iyiliğin dışarıya çıkmasının imkansız olduğunun altını çiziyordu.
Konfüçyüs, toplumda bireylerin sadece birbirlerine değil, aynı zamanda devlete ve aileye karşı da sorumluluk taşıması gerektiğini belirtiyordu. Toplumun temeli, ailedeki erdemden başlar ve bir hükümdar, toplumun babası gibi görülürdü. Konfüçyüs düşüncelerinde sınıflar arası geçişliliğin izlerine rastlanmaz. “Halk balık gibidir; suyu bulandırırsan kaçar” gibi sözler Konfüçyüs’ün otoriteye verdiği önemi de gözler önüne serer. Konfüçyüs, Junzi (beyefendi) olarak çevirebileceğimiz erdemli bireylerin toplumu yönetmesi gerektiğine inanıyordu. Plato’nun Devlet’i ve Roma Senatosu muhtemelen Konfüçyüs’ün oldukça ilgisini çekerdi.
Bu yaklaşımdan hareketle, Konfüçyüsçülük, aslında elitist bir anlayışa dayanıyordu. Halkın eğitimi ve erdemi, toplumun düzeni için büyük bir öneme sahipti. Bu felsefe, yalnızca halkın değil, yöneticilerin de erdemli olmasını gerektiriyordu. Tabii, tüm bu elitizmin pratik sonuçları o kadar erdemli olmuyordu. Çin tarihi boyunca Konfüçyüs düşüncesine yakın olanlar, büyük toprakların soylular tarafından yönetilmesi gerektiği fikrini savunurken, birazdan aktaracağım Legalizm fikri her ne kadar sert ve merkezi bir otoriteyi savunsa da, toplumu düzenlemek için farklı sınıflara da yer veren bir yönetim biçimi olarak karşımıza çıkıyor.
Burada dikkat edilmesi gereken önemli bir konu, memurların ya da Junzilerin, efendilerine veya Tanrı tarafından görevlendirilmiş yöneticilerine, ne olursa olsun doğruyu söylemeleri gerektiği fikridir. İlk bakışta basit gibi görünse de, kültürel bağlamda, özellikle Uzak Doğu’da ciddi etkileri olmuştur. Bugün, Uzak Doğu kültürlerinde, saygıdan dolayı eğilme jestinin bile Konfüçyüs’ün öğretilerine atfedildiği düşünülmektedir. Bu, onun felsefesinin toplum üzerinde ne denli derin izler bıraktığının bir göstergesidir.
Taoizm: Akışa bırakmak ve doğayla uyumu sağlamak
Taoizm, doğa ile uyum içinde yaşama fikrini savunur. Laozi’nin öğretileri, insanın doğa ile çelişmeden, onun akışına direnmeden yaşaması gerektiğini söyler. Taoist düşüncenin temelini oluşturan Wu Wei (çabasız eylem) ilkesi, bir şeyin zorlanarak yapılmaya çalışıldıkça karmaşıklaşacağını, ancak doğaya bıraktığınızda her şeyin yoluna gireceğini belirtir. Laozi, devletin yönetimi konusunda da benzer bir yaklaşım sergiler: En iyi yönetici, halkına az müdahale eder, onları doğalarıyla baş başa bırakır.
Taoizm, bireysel özgürlüğü, ruhsal huzuru ve doğaya duyulan saygıyı ön planda tutar. Bu felsefi akım, toplumsal düzenin kurallarına karşı doğrudan bir eleştiri getirmez, ancak toplumsal normları sorgulayan bir bakış açısı sunar. Zhuangzi, bu akımı bir adım daha ileriye taşıyarak, toplumsal yapıdan bağımsız olarak bireyin doğa ile uyum içinde olmasının önemini vurgulamıştır. Zhuangzi’nin ünlü “kelebek rüyası” hikayesi, gerçeklik algısını ve varoluşun doğasını sorgulayan derin bir felsefi sorgulamadır. Bu hikaye, insanın gerçeklik ile hayal arasındaki sınırları sorgulamasına ve varoluşun doğasına dair derin düşüncelere sevk eder.
Taoizm, yalnızca bireysel bir yaşam anlayışını değil, aynı zamanda yönetim ve toplumsal düzen anlayışını da şekillendirir. Laozi’nin öğretileri, devletin halkına müdahale etmeden, onları kendi iç yolculuklarına bırakmalarını önerir. Bu da, toplumsal yapının doğayla uyum içinde bir denge kurarak kendiliğinden işlemesini amaçlar. Tabii günün sonunda bu denli spiritüel bir akımın siyasi bağlamda güçlenmesi olanaksızdı. Saray çevresindeki elitlerin ve halkın daha ruhani boyutlarıyla pratik ettikleri Taoizm bugün bile kuvvetli. Öyle ki, Pew Research Center’ın verilerine göre bugün dünyadaki Taoist sayısı 8,7 milyon…
Legalizm: Sert yasalarla düzen kurmak
Legalizm, toplumsal düzenin güçlü yasalar ve merkezi otoriteyle sağlanabileceğini savunan bir düşünce sistemidir. Legalist düşünürler, insan doğasının çıkarcı ve kötü olduğunu öne sürerek, toplumun yönetilmesinin ancak güçlü ve disiplinli bir devletle mümkün olduğunu vurgulamışlardır. Legalizmin teorik babası Han Feizi, toplumsal düzenin ancak devletin güçlü elleriyle sağlanabileceğini savunmuştur. Ona göre, güçlü bir devlet halkı sürekli denetlemeli ve yasaların dışına çıkanları cezalandırmalıdır.
Bu felsefe, Çin’in ilk imparatorluklarının temellerini atmış, Qin Shi Huang tarafından benimsenerek halkı disipline etmek ve merkezi otoriteyi pekiştirmek için uygulanmıştır. Ancak, bu sert yönetim anlayışı uzun süreli olmamış, aşırı baskılar halkın isyanına yol açmış ve Qin Hanedanı yalnızca 15 yıl sürebilmiştir. Legalizm, güçlü yasalar ve merkezi otoritenin gerekliliğini savunurken, bireysel özgürlükleri sınırlamayı ve toplumu denetim altında tutmayı önerir.
Legalizmin en belirgin uygulayıcısı olan Qin Shi Huang, felsefeyi politikaya dönüştürerek veziri Li Si ile Çin’i birleştirmiş ve halkı kontrol altında tutmak için sert cezalar uygulamıştır. Ancak bu aşırı baskı, halkın isyanına yol açmış ve Qin Hanedanı’nın kısa sürede sona ermesine neden olmuştur. Yine de bu dönemi tamamen bir başarısızlık olarak değerlendirmek haksızlık olur. Qin Shi Huang’ın vefatıyla yıkılan Qin Hanedanı, Çin’in bilinen ilk nüfus sayımını, yazı sistemini, hukuk sistemini, para ve ölçü birimlerini standart hale getirmiştir. Baskı belki de o dönemde yaşayanlar için olumsuz bir deneyim olmuş olsa da, bazen sert yöntemler beklenen sonuçları verebilir. Bu dönemin ardından Legalizm’in sert yöntemleri yumuşatılmış ve sonraki dönemlerde Konfüçyüsçülük gibi daha dengeli felsefi akımların etkisiyle yönetim anlayışı değişmiştir.
Üç akımın çarpışması ve Çin’in sosyo-felsefi yapısı
Çin’in felsefi yapısı, tarih boyunca birbirinden farklı düşünsel akımların etkileşimiyle şekillenmiştir. Konfüçyüsçülük, Taoizm ve Legalizm, bu yapının üç temel direği olarak, hem birbirleriyle çatışmış hem de zaman zaman birbirlerini tamamlayıcı bir şekilde var olmuşlardır. Bu üç felsefi akım, Çin toplumunun sosyal, kültürel ve siyasal yapılarına yön veren önemli faktörlerdir.
Qin Hanedanı’nı takiben, Çin’in ilk imparatorlukları, bu üç felsefi akımın bir arada işlediği sistemlerin ürünleriydi. Örneğin, Han Dönemi’nde Legalizm, merkeziyetçi yönetimi güçlendirmek ve vergi gelirlerini artırmak için kullanılırken; Konfüçyüsçülük, halkın eğitimi ve erdemli bireylerin yönetimi ele alması için temel bir rehber olmuştu. Taoizm ise, bireysel yaşam ve yönetimde doğayla uyum içinde olma anlayışını savunarak, diğer iki akımın sert ve düzen odaklı yaklaşımına karşı bir denge unsuru olarak işlev görmüştür. Yukarıda 8 milyon Taoist yaşıyor demiştim, ancak kendini Taoist olarak tanımlayan ve Dao De Jing’e göre yaşayan yaklaşık 120 milyon insan olduğu tahmin edilmektedir.
Çin’in sosyal yapısındaki bu dinamikler, yalnızca ideolojik çatışmalarla değil, aynı zamanda bir sentez yaratma çabasıyla şekillenmiştir. Her bir felsefi akım, diğerine karşı durmak yerine, Çin toplumunun ve devletinin ihtiyaçlarına göre evrilmiş ve zamanla bir arada var olmuştur. Sonuç olarak, Çin’in felsefi yapısı, hem bireysel özgürlüğün hem de merkezi otoritenin bir arada işlediği, çok yönlü bir sistem olarak şekillenmiştir. Bu üç akım, yalnızca geçmişin düşünsel mirasını değil, günümüz Çin’inin toplumsal yapısını da derinden etkilemeye devam etmektedir.
Vorga Can’ın kaleme aldığı Bürokrasinin sonu mu? Weber, Milei ve yapay zeka çağında devletin geleceği makalesine de göz atın.