Sürdürülebilirlik kavramının içinin boşaltılarak, bir “fetiş”e dönüştüğünü söylesek, yanlış olur mu? Baudrillard’ın simülasyon kavramıyla Marx’ın meta fetişizmi anlayışını harmanlayan bir bakış açısıyla bunu söylemek mümkün. “Sürdürülebilirlik fetişizmi” dediğimiz fenomen, aslında kapitalist mantığın ekolojik sorunları yeni bir metaya çevirerek, kendini yeniden üretmesinden başka bir şey değil. Kritik konu şu: Bu fetiş, gerçek ekolojik mücadele yerine, yeni tüketim pratikleri ve sloganlarla yaratılan sanal bir yeşil dünyayı koyarak, sistemin yapısal çelişkilerini giderek daha da görünmez kılıyor.
Ekolojik simülasyon
Fransız düşünür ve sosyolog Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı, gerçeklikle kurguyu birbirinden ayırt etmenin giderek imkansız hale geldiği bir toplumsal duruma işaret eder.
Baudrillard’a göre, modern toplumlarda medya ve teknoloji aracılığıyla sürekli tasarlanan algılar, gerçekliğin yerine geçerek “hiper-gerçeklik” adı verilen sahte bir gerçeklik düzeyi yaratır. Meşhur “algı, gerçekliktir” yerine “algı, hiper-gerçekliktir” durumu…
Sürdürülebilirlik söylemi de günümüzde çoğu zaman böyle bir hiper-gerçeklik düzeyinde işlev kazanıyor. Gerçek ekolojik dengenin korunması veya iklim krizine karşı somut eylemlerden ziyade, çevre dostu veya karbon nötr etiketli söylemlerle ve sözde bu yönde sahte bir ilgiyle inşa edilen eko-statüko, gündemi ve kamuoyunu şekillendiriyor. Bu da bizzat eylemlerin yerini alarak sahte bir ekolojik duyarlılık hissi yaratıyor.
Tam da bu yüzden, kapitalizmin sürdürülebilirlik söylemi, bir tür “ekolojik simülasyona” işaret ediyor. Sistemin doğası, sınırsız kâr arayışına ve tüketim döngüsünün devamlılığına dayanırken, sürekli büyüme ideali ekolojik zararı kaçınılmaz kılıyor.
Metalaştırma aracı olarak sürdürülebilirlik
Marx’ın meta fetişizmi, günümüzün sürdürülebilirlik yaklaşımında da yankı buluyor. Kapitalist pazarda sürdürülebilirlik çoğu zaman, “yeşil” ya da “çevre dostu” etiketiyle satılan ürünlerin özel bir statü kazanmasını sağlıyor.
‘Sürdürülebilir’ etiketine sahip bu ürünler, sanki kendi başına büyülü ve özel bir değeri varmışçasına metalaşıyor. Reklamlar ürüne “doğa dostu” bir paketleme yaparak, tüketiciye sunuyor. Üretimin toplumsal ve ekolojik maliyeti arka planda kalıyor. Böylece, yeşil etiket; meta için yeni ve cazip bir kaldıraç olarak işlev görmeye başlıyor.
Dolayısıyla, yaratılan “sürdürülebilirlik fetişizmi,” sadece ekolojik kaygıların sözde ticari söylemlerle maskelenmesini sağlamıyor; aynı zamanda toplumsal, siyasal ve ekonomik düzlemdeki köklü değişim ihtiyacının da üzerini örtüyor.
Radikal bir dönüşüm gerektiren yapısal sorunlar, incelikli bir pazarlama stratejisiyle normalleştirilirken, bir tür ekolojik duyarlılık yanılsaması yaratılıyor.
Yeni bir habitus: Ekolojik burjuvazi
Fransız sosyolog Pierre Bourdieu’nün “habitus” kavramı, bireylerin toplumsal dünyayla kurdukları ilişki sonucunda edindikleri görece kalıcı düşünme, algılama ve davranma eğilimlerini ifade eder. Bu kavram, toplumun yapısal özelliklerinin tek tek bireyler tarafından nasıl içselleştiğine, günlük pratiklerinin nasıl biçimlendiğine ışık tutar.
Bu çerçevede, sürdürülebilir tüketim pratikleri yeni bir sınıfsal ayrışma mekanizması yaratıyor. “Ekolojik burjuvazi” olarak adlandırabileceğimiz bu yeni sınıf, çevresel kaygıları bir kültürel sermaye ve ayrıştırıcı unsur olarak kullanıyor. Tesla Model S kullanmak, organik gıda tüketmek ya da sıfır atık yaşam tarzını benimsemek, bu sınıfın ayırt edici özellikleri haline geliyor.
Bu yeni habitus, ekolojik krize karşı kolektif bir mücadele potansiyelini bireysel bir yaşam tarzı seçimine indirgiyor. “Sürdürülebilir” tüketimin lüks bir seçeneğe dönüşmesi, ekolojik krizi derinleştiren sınıfsal eşitsizlikleri görünmez kılıyor. Sistem, kolektif politik eylemi bireysel tüketim tercihlerine indirgeyerek, gerçek bir dönüşümün önünü tıkıyor.
Sonuç: Radikal bir alternatif ihtiyacı
Sürdürülebilirlik fetişizmi, kapitalizmin ekolojik krizi nasıl içselleştirip yönettiğinin çarpıcı bir örneği. Gerçek bir ekolojik dönüşümün önündeki en büyük engellerden biri olarak da karşımızda.
Sistemin yarattığı simülasyondan çıkış, ancak radikal bir alternatifin peşinde olmakla mümkün. Bu alternatif, ekolojik krizi sınıfsal boyutuyla ele alan, kolektif eylemi öne çıkaran ve sistemin temel dinamiklerini sorgulayan bir perspektife dayanmalı.
Sürdürülebilirliğin gerçek anlamını yeniden kazanması, ancak onun meta formundan kurtarılması ve kolektif bir proje olarak yeniden tanımlanmasıyla mümkün. Bu da mevcut sistemin temel varsayımlarını ve işleyiş mekanizmalarını radikal biçimde sorgulamayı gerektiriyor.
Sonuç itibariyle, sürdürülebilirlik kavramının “yeşil etiketler” ve kurumsal pazarlama kampanyalarının ötesinde, derin bir ekolojik, sosyal ve ekonomik dönüşüm talebini işaret ettiğini unutmamak lazım.
Gerçek çıkış yolu, sürdürülebilirlik söyleminin içi boş bir etiket olarak kalmaması, radikal bir yeniden düşünme ve yapısal bir değişim çabasıyla anlam kazanmasından geçiyor.
Buna da göz atın: Çağın anestezisi: Toksik dijital estetizm