Nietzsche’nin “hınç” (ressentiment) kavramı, klasik “zayıf-güçlü” denklemine yeni bir perspektifle bakmamızı sağlayan güçlü bir rehber. Bugün “güçlü” olarak gördüğümüz sadece siyasi ve ekonomik aktörler değil; bankaların kredi skorlamalarından sanat eseri üreten algoritmalara uzanan yapay zeka modelleri de insan emeğinin karşısında adeta yeni bir “efendi” gibi dikiliyor. İnsanın kendi ürettiği teknolojinin karşısında savunmasız hissetmesi, Nietzsche’nin “köle ahlakı” olarak adlandırdığı savunma mekanizmasına yakalanmasına yol açıyor. Çünkü güç karşısında çaresiz kalan insan, yeni “efendiyi” ahlaki ya da duygusal argümanlarla sınırlamaya çabalıyor.
Bu noktada benzer sorular pek çok zihinde tınlıyor; “Bu makineler bizi geçecek mi?” ve özellikle “Yapay zeka işimi elimden alır mı?” soruları, hem yaratıcı meslek mensuplarının hem de beyaz yakalıların gündeminde yeni bir ahlak ve kaygı düzeni kuruyor. Farklılaşmak, orijinal olmak ve sistemin kazananı haline gelmek, giderek katı bir kural gibi dayatılıyor. Algoritmaların günden güne yaratıcılık sahasına dahil olması ister istemez bir panik duygusunu tetikliyor. İşte böyle bir atmosferde Nietzsche’nin hınç kavramı, modern endişelerimizi açıklamak için hayli işlevsel bir rehber olarak karşımıza çıkıyor.
Nietzsche’nin merceği: Güç ile zayıflık arasında hınç
Nietzsche’ye göre hınç, “köle ahlakı”nın en temel ürünlerinden biri. Zayıf ve güçlü bireyler arasındaki gerilim, bu kavramın merkezinde konumlanır. Zayıf birey, kendini güçlünün karşısında savunmasız hisseder ve ona doğrudan karşı koyacak imkanlara sahip değildir. Bu durumda, Nietzsche’nin ifadesiyle zayıf insan çareyi yeni bir ahlak sistemi kurmakta bulur: Bu ahlak çerçevesinde güçlü “kötü”, zayıf ise “iyi” olarak etiketlenir. Böylece zayıf birey, kendi gücünü olumlayamadığı için ahlaki bir zeminde kendini “haklı” ve “erdemli” ilan ederek içsel öfkesini bastırmaya çalışır.
Nietzsche, On the Genealogy of Morality (Ahlakın Soykütüğü Üzerine) adlı eserinde hıncı, “zayıflığın ve bastırılmış öfkenin karşı tarafa yöneltilemeyip içten içe büyümesi” olarak tanımlar. Dolayısıyla hınç, hem çaresizliğin hem de bu çaresizliği gizlemeye yarayan ahlaki bir tavrın psikolojik altyapısını oluşturan derin bir duygu durumunu ifade eder.
Modern güç sahipleri: Algoritmalar ve kara kutular
Foucault, “İktidar her yerdedir” der. 1984’te kaybettiğimiz Parisli filozof, dijital çağı bizzat deneyimleyememiş olsa da onun iktidara dair analizleriyle günümüzü okumak fazlasıyla mümkün. Bugün baktığımızda, yapay zekanın büyük ölçüde bir “kara kutu” işlevi gördüğünü fark ediyoruz. Mesela kredi skorunuz herhangi bir güncelleme sonrası düşebiliyor ve bunu nasıl veya neden yaptığını öğrenmek neredeyse imkansız. Bankacınıza danıştığınızda alabileceğiniz en iyi yanıt, algoritmanın çalışma biçimine dair ancak bir “tahmin” oluyor. Bu görünmez mahkemeye karşı itirazda bulunmak çoğu zaman olanaksız. Zira 9-5 mesaiyle çalışan banka görevlisi de aslında sizinle benzer bir konumda, elinden çok fazla bir şey gelmiyor.
Benzer durumlar, iş başvuruları eleme sistemlerinden sosyal medya algoritmalarına, sağlık sigortası değerlendirmelerinden eğitimdeki ölçme-değerlendirme modellerine dek uzanıyor. Eğer bu algoritmalar karşısında “güçlü” iseniz işler yolunda gidebiliyor, değilseniz içinizde pasif bir hınç biriktirmeniz çok normal. Nietzsche’nin kavramsallaştırdığı köle ahlakı, tam da böylesi güçsüzlük hissini ahlaki etiketlerle telafi etmeye yeltenen zihinlerin sığınağı haline gelebiliyor.
Yapay zekanın sanat ve zanaat istilası
Hegel, sanatın insanın hakikati anlama biçimlerinden biri olduğunu ancak modern dönemde bu işlevi büyük ölçüde felsefe ve bilime devrettiğini söyler. Bugün yapay zekanın yaratıcılık süreçlerine hızla sızması, sanatın tarihsel rolüne dair bu dönüşümü daha görünür kılıyor. Resimden müziğe, edebiyattan sinemaya kadar birçok alanda algoritmaların ürettiği eserler, “insan sanatçı” için kimi zaman ciddi bir tehdit algısı doğuruyor.
Sanat, özünde duyusal bir birikimin ifadesi iken yapay zeka bunu kavramsal bir makine sürecine dönüştürüyor. Bu da sanatçıların “sanatın ruhu” konusunda kaygıya kapılmasına yol açıyor. Nietzsche’nin “köle ahlakı” burada da devreye giriyor: Yapay zeka ürünlerini “taklit” veya “ruhsuz” diye nitelendirmek, aslında zayıflık hissinin bir yansıması. Oysa unutmamak gerekir ki her yaratıcı eylem tarihsel birikim ve taklitten beslenir. Yapay zeka sanatı bizden “almak” yerine, belki de sanat ile ilişkimizde yeni bir boyutun kapılarını aralıyor. Bu korkunun ötesine geçmek, yaratıcı özgürlük alanını genişletebilecek bir fırsat olabilir.
Hınçtan çıkış: Üstinsan tavrı ve yaratıcı yıkıcılık
Nietzsche, hınç sarmalından kurtulmanın yolunu “kendi değerlerini yaratma cesaretinde” bulur. Yapay zekaya duyulan öfkeyi “Nasıl engelleriz?” veya “Nasıl sınırlarız?” soruları yerine, “Bu teknolojiyle birlikte nasıl daha ileri gideriz?” sorusuna yönlendirmek, Nietzsche’nin Üstinsan perspektifini andıran bir tavır. Burada bahsedilen, yapay zekâyı tamamen başıboş bırakmak türü, bir “tech-bro” yaklaşımı değil; aksine regülasyonları da yeni dünyanın gerçeklerine göre düşünmek ve tasarlamak gerektiğini vurguluyor. Eski dünyanın kalıplarını körü körüne savunmak bir çözüm olmadığı gibi, tekno-oligarşinin kurduğu düzeni de olduğu gibi onaylamak anlamsız. Önemli olan, eskinin dilini bırakıp yeninin kurallarını yaratmaya cesaret edebilmektir. Aksi takdirde, sadece başkalarının bizim için kurduğu oyunun parçası olmaya mahkum oluruz.
Nasıl daha güçlü hissedeceğiz?
Yapay zekayı bir rakipten ziyade potansiyel bir iş birliği ortağı olarak görmek, bireyleri ve toplulukları daha güçlü kılabilir. Örneğin müzisyenler, yapay zeka algoritmalarıyla yeni ses kombinasyonları keşfedebilir; yazarlar, yapay zeka destekli araçlarla hikayelerini farklı yönlere taşıyabilir. Farklı dikeyleri birbiriyle birleştirerek ilerlemek iyi bir strateji olabilir. Dijital sanat dünyasına adım atan ressamlardan, algoritmalardan kompozisyon fikri alan fotoğrafçılardan bahsediyorum: Durağan kalmak yerine yeniliklerin peşinde koşmak, sürekli kendini aşmak. Nietzsche’nin güç istenci kavramını en azından ben böyle anlıyorum. Kendini aşıp varoluşuna anlam kat. Sızlanmanın veya ahlaki yargılamaların pek de bir faydası yok. Tabii, tüm bunlar olurken etik ve hukuki düzenlemeler de gündemde. Bu sistemlerin nasıl çalıştığını, toplumsal etkilerinin neler olduğunu sorgulamak ve daha şeffaf, hesap verebilir bir yapı talep etmek lazım. Sanatçılar, gazeteciler ve yazarlar; yapay zeka ile üretilmiş eserlerin etik boyutlarını tartışmak için platformlar kuruyor, hukuki adımlar atıyor.
Son tahlil: Hınç yerine dönüşüm
Nietzsche’nin “köle ahlakı” tanımlaması, yapay zekanın karşısında hissettiğimiz güçsüzlüğü ve çaresizliği daha iyi kavramamıza yardımcı oluyor. Kendisini tehdit altında hisseden insan, “bu teknoloji benden ruhsuz” diyerek meseleyi küçümseme veya basitleştirme eğilimi gösteriyor. Ben esas meselenin insanın içindeki güçsüzlük hissi ve onu nasıl dönüştüreceği olduğunu düşünüyorum.
Yıkıcı bir hınçla “makine kötüdür” damgası vurmak yerine, kendi potansiyelimizi yeniden inşa etmek ve toplumu yeni bir zihinsel sınır genişliğine davet etmek çok daha verimli bir yol. Yapay zeka sistemlerini yalnızca “taklitçi” veya “tehlikeli” olarak yaftalamak, hınç döngüsünden çıkmamızı engeller. Gelin, bu enerjiyi tersine çevirelim ve dijital çağın hızını yalnızca yakalayan değil, o hızı şekillendiren özneler haline gelelim.
Elbette bu yolculukta belirsizlikler, kaygılar ve kayıplar olacaktır. Fakat Nietzsche’nin işaret ettiği gibi, “kendini yenebilen” insan, yeni değerlere öncülük edebilecek cesarete de sahip olur. Hınçtan özgürleşme iradesini gösterenler, bu çağın ne anlama geldiğini yeniden tanımlama fırsatına kavuşacaklardır. Böylece yapay zekaya duyulan korku, kendimizi ve değerlerimizi yeniden inşa etme şansına dönüştürülebilir.
Buna da göz atın: Sartre ve AI: Betimleme ve yorumlama ekseninde bir deneme