Serimizin ikinci yazısında, tarihin başka bir döneminden bir beyaz yakalı hikayesiyle daha karşınızdayım. İlk yazımda, Charles Lamb üzerinden 18. yüzyılda yaşamış bir beyaz yakalının rutin hayatını mercek altına almış, gündelik ofis yaşantısında karşılaştığı sıkıntıları Lamb’in esprili mizacı üzerinden iş arkadaşlarına ve yöneticilerine bakışını ve emekliliğini irdelemiştik. Bugün, bu rutin denkleme önemli bir değişken, büyük bir soru işareti ekleyeceğiz: Ekonomik kriz. Ekonomik kriz, toplumun diğer kesimlerinden farklı olarak bir beyaz yakalı için ne ifade ediyor? Beyaz yakalının sosyal kimlik arayışında ekonomik kriz etkeni neleri ön plana çıkarıyor? Üstelik bu soruları, öyle her gün karşılaşabileceğiniz bir döneme değil; tarihin en büyük ekonomik krizine ve en hassas siyasi zeminlerinden birine, 1929 Büyük Buhranı’na ve Weimar Cumhuriyeti’ne soracağız. Bugünkü rehberimiz ve arkadaşımız ise yazar Hans Fallada.
Weimar Cumhuriyeti’nin hazin öyküsü
Yolculuğumuza Weimar Cumhuriyeti ve yazarımız Hans Fallada’yı tanıyarak başlayalım. Tarihin en bahtsız cumhuriyetlerinden biri olan Weimar Cumhuriyeti, Büyük Savaş’tan sonra Almanya’da 1919 yılında kuruldu. Alman İmparatorluğu’nun siyaseten iflasından sonra demokratik idealleri benimseyen Cumhuriyet, adını Almanya’nın ilk demokratik anayasasının kabul edildiği Weimar kentinden alır. Almanya, tek karış Alman toprağı işgal görmemiş olmasına rağmen imzalanmış ağır Versailles Antlaşması ve yüklü savaş tazminatları ile zor bir durumda kaldı. Weimar Cumhuriyeti, doğduğu bu krizlerle demokratik ilkelerinden taviz vermeden mücadele etti. Hatta yirmili yılların ikinci yarısında, hiperenflasyonu bitirip görece bir refah toplumu yaratmayı başardı. Bu süreçte Almanya, kültürel alanda da önemli gelişmeler yaşadı; “Weimar dönemi sanatı” ve “Weimar dönemi sineması” gibi kavramlar, bu zaman diliminde üretilen yenilikçi sanat ve sinema eserlerini tanımlar.
Weimar’ın yakaladığı bu geçici başarının arkasındaki en büyük güç, kasasına oluk oluk akan yabancı yatırımlar ve kredilerdi. Bu sebeple genç Cumhuriyet, dünya tarihinin gördüğü en büyük ekonomik krize maalesef hazır değildi. “Kara Perşembe” olarak kayda geçen 24 Ekim 1929 Perşembe günü, okyanus ötesinden gelen bir haber Cumhuriyet için sonun başlangıcı oldu. New York Borsası ani bir şekilde çökmüş, Amerikan bankacılığına olan güven dibe vurmuştu. Weimar Cumhuriyeti’nin en büyük kreditörlerinden olan ABD, tüm kredileri durdurdu. Kırılgan Weimar ekonomisinin ve sosyal istikrarının can suyu, artık kurumuştu. Büyük Buhran’ın etkisiyle yalnız kalan Cumhuriyet, doğuştan beri belası olan siyasi çatışma ortamından kurtulamayacak ve 1933 yılına geldiğimizde yerini, bir ressamın hezeyanları doğrultusunda şekillenmiş, Avrupa’nın en kanlı rejimlerinden birine bırakacaktı.
Hans Fallada ve “Küçük Adam, Ne Oldu Sana?”
Hans Fallada, gerçek adıyla Rudolf Wilhelm Friedrich Ditzen, 20. yüzyıl Alman edebiyatının önemli yazarlarından biridir. 1893 yılında doğan Fallada, özellikle Weimar Cumhuriyeti ve Nazi Almanyası dönemlerinde aktif olarak yazmıştır. Eserlerinde genellikle toplumun alt kesimlerinden karakterlerin günlük yaşamlarını ve mücadelelerini ele alır. En bilinen romanlarından biri “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” (Kleiner Mann, was nun?) olup, 1932 yılında yayınlanmıştır. Bu roman, Büyük Buhran’ın etkileri altında Almanya’da yaşanan sosyal ve ekonomik zorlukları başarıyla işler ve oldukça geniş bir okuyucu kitlesi tarafından beğeni kazanır. “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” romanı, beyaz yakalılar için yapılan genel tanımlamaları sorgulatan temalar barındırır. Beyaz yakalılar, ofis işleri yapan ve genellikle daha istikrarlı bir iş hayatı süren kişiler olarak tanımlanırken, romanın ana karakteri Johannes Pinneberg, ekonomik krizlerin baskısı altında aslında ne kadar kırılgan bir durumda olduklarını görmelerine olanak sağlar.
Kitabın ana karakteri Johannes Pinneberg’in işsiz kalmadan önceki hayatı, romanın başlarında nispeten daha istikrarlı ve umut dolu görünür. Weimar Cumhuriyeti’nin çalkantılı düzeninde bir tekstil firmasında satış elemanı olarak tutunmaya çalışsa da, eşi Emma ile huzurlu bir yuva kuracak kadar gelire sahiptir. Çift, geleceğe dair hayaller kurar ve umut dolu bir portre çizerler. Pinneberg, işyerinde yapması gereken satış hedeflerini tutturmak gibi baskılarla karşılaşsa da, o dönemde hayatı hala bir nebze düzenli ve öngörülebilir bir seyirde ilerler.
Eşiyle birlikte kurdukları küçük dünyaları, birbirlerine olan sevgileri ve karşılaştıkları zorluklara birlikte göğüs germe çabaları üzerine kuruludur. Ancak, Pinneberg’in Büyük Buhran sürecinde işini kaybetmesi hayatlarını alt üst eder. Yeni bir iş bulma çabası, Pinneberg için yorucu ve yıpratıcıdır. Sürekli iş ilanlarını takip etmek, mülakatlara gitmek ve reddedilmek, onun psikolojik olarak zorlanmasına neden olur. Pinneberg, işsizlikten dolayı toplumsal baskıyla karşılaşır. İşsiz olmanın getirdiği utanç, onun kendine güvenini sarsar ve sosyal statüsünü etkiler. Bu utanç nedeniyle Pinneberg seçiciliğini yitirir ve güvencesiz, kalibresinin altında düşük maaşlı işlerde kısa süreli çalışır.
Romanın başında, günlük dertlerinin ötesinde hayalleri için de çalışan Pinneberg çiftinin hayatı, barınma ve gıda ihtiyacı dışında bir şey düşünemedikleri bir hayatta kalma mücadelesine dönüşür. Ekonomik sıkıntılar, Pinneberg ve eşi Emma arasındaki ilişkide de gerilimlere yol açar. Para eksikliği nedeniyle evlilikleri üzerindeki baskı artar ve bu durum duygusal zorlanmalara neden olur.
Bütün bu depresif portreye rağmen, Fallada romanını sevgi ve umut dolu bir belirsizlikle bitirir. Çift, birbirlerine duydukları sevginin ve aşklarının gücüyle, sorunlarını tam olarak çözemeseler de, umutlarının arkasında bir kararlılık gösterirler. Roman, mücadeleye her daim hazır bir portre ile sona erer.
Beyaz yakalılar için Johannes Pinneberg ne ifade ediyor?
Beyaz yakalılar, bulundukları düzenin doğası gereği, toplumsal statülerini ve kimliklerini tanımlarken genellikle bunu işleri üzerinden yapagelmişlerdir. Toplum tarafından kabul edilmelerinin yanı sıra sarmalanmaları açısından işlerini muhafaza etmek ve kariyer basamaklarını tırmanmak büyük önem taşır. İronik olan durum ise, bahsi geçen “işler” bir zanaate, bir ağır işe dayanmadığından ötürü güvence açısından kriz dönemlerinde oldukça kırılgandır. Dolayısıyla iş kaybının, Pinneberg’in yaşadığı gibi, bir kimlik bunalımını da beraberinde getirmesi oldukça muhtemeldir.
Romanın beni derinden etkileyen kısmı ise, maalesef çizdiği ekonomik sınırlar. Gelir ve statü olarak sürekli yükseliş beklentisi ile okumak, çalışmak ve yaşamanın ardından; gerçekliğin, gösterilen çabadan bağımsız olarak, çok farklı işleyebileceği fikrine karşı yapabildiğim tek şey, gelecek olanları tedirgin bir tebessümle karşılayabilmek… Belki de beklentilerimizi şekillendirirken, güvencelerimizin esasında ne kadar az olduğunu göz ardı etmek gibi bir huyumuz var. İçinde bulunduğunuz koşullar ne olursa olsun, hepinize Johannes ve Emma’nın sahip olduğu türden bir sevgi ve kararlılık diliyorum. Tarihten bir başka beyaz yakalı hikayesi ile görüşmek üzere, hoşça kalın.
Buna da göz atın: İlk beyaz yakalılar: Doğu Hindistan Ticaret Şirketi