Yaşadığımız son olaylara bir bakın. Hissetmemiz gereken vicdanî sorumluluk anlayışının gündelik hayatta karşılığını bulmakta zorlanıyoruz. Mega kentlere sıkışan insanlar “başkalarının yüzüyle” sadece dijital platformlarda ve medyada karşılaşıyor. Ekranda görünen o yüzün ardındaki acı veya ihtiyaç, başkasının konu olduğu uzak bir haber ve tüketilebilecek bir içerik olarak kalıyor. Değer kıtlığının giderek artan hakimiyetiyle, ideallerin, dayanışmanın ve empatinin yerini kısa vadeli, faydacı ve tüketim odaklı yaşamlar alıyor.
Toplumun kurumsal, kültürel ve değerler bütünlüğünü dağılırken, insanların “başkası”yla ve kamusal meselelerle bağ kurması güçleşiyor. Tüm bu çürüme, nihayetinde keskin bir bireyciliğe doğru evriliyor.
Başkalarının acısını tüketmek!
Bu durumu pekiştiren bir diğer unsur, modernitenin anlam krizi ve “absürt” olgusu. Albert Camus’ye göre, dünya kayıtsızdır ve insanın anlam arayışıyla dünyanın kayıtsızlığı arasındaki bu çelişki absürt bir hal yaratır. Toplum “benim uğraşacak çok işim var, başkası umurumda değil” düşüncesine sürüklendiğinde, bu absürtlük doruğa ulaşır.
Böylece, insanlar kendi bireysel dünyalarına kapanırken, dış dünyadan gelen felaket, acı veya haksızlık haberlerine karşı duyarsızlaşır. Kimse, “benim de burada bir sorumluluğum var” duygusunu ciddiye almak istemez. Sonuçta, kolektif bir kayıtsızlık kültürü oluşur. İnsanlar, “ben tek başıma bu sorunları çözemem” deyip, ilgiyi sadece kendi hayatlarına kanalize eder.
Toplumsal normların belirsizleştiği ve değerlerin eridiği bir ortamda, ortak ahlak zemini güç yitirir. Böylece, insanlar giderek yalnızlaşırken, başkalarının acısına veya hak arayışına da kayıtsız kalır. Kentleşme ve modern yaşamda aile, mahalle veya yakın çevre ağlarının zayıflaması da bu yalnızlaşmayı tetikler. Kentlerde yüz binlerce insanın yan yana yaşadığı ama birbirini tanımadığı tablo, gündelik duyarsızlıkların birikimiyle beslenir. Artık insanlar yalnızca kendi konfor alanlarını koruyabilmeyi hedefler. Geri kalanını ise ya uzaktan ya da ekrandan seyretmeye başlar.
Kayıtsızlığı normalleştirmek!
Ekran karşısında saatler geçiren, dijital dünyada yüzeysel ve sentetik ilişkiler yaşayan insanlar, gerçek bir empati becerisinden giderek uzaklaşıyor. Gösteri toplumu yaklaşımı, trajedilerin bile birer “izlenecek içerik” haline gelmesini sağlayarak, derin bir kayıtsızlığı normalleştiriyor. Algoritmalar, her şeyi hızla akıp giden ve çabuk tüketilen bir içeriğe indirgerken, empati veya eleştirel düşünceye nadiren yer bırakıyor.
Her gün yeni bir trajedi veya skandal ortaya çıktığında, çok sayıda kişi “tıklayıp geçme” veya “bir-iki cümleyle yorum yapma” dışında eyleme geçmiyor. Böylece koca bir kitle, izleyicilik pozisyonunda kalıyor. Yaşanan olaylar sanki herhangi bir dizinin yeni bölümü gibi “tüketilebilir” bir içeriği andırıyor. Bu da giderek toplumda daha kalıcı bir kayıtsızlığa zemin hazırlıyor.
Ekonomik rekabet ortamı ve neoliberal mantık da insanları sürekli performans ve kısa vadeli hedefler peşinde koşmaya itiyor. Eğer çalışma ortamında, insani duygulara yer verenlere “zayıf” etiketi takılan bir düzen söz konusuysa, herkes “sert” ve “bencil” olmak için ne gerekiyorsa yapmaya başlıyor. Otoriter çalışma koşulları, zamanla insanların başkasının acısına, hakkına veya onuruna dair duyarlılığını köreltiyor. Bu da toplumsal çürümeyi iyice derinleştiriyor.
Özetle, felsefi boyutta ahlaki ödevimizi, varoluş sorumluluğumuzu rafa kaldırdığımız; sosyolojik boyutta ise dayanışma bağlarımızı, normlarımızı ve eleştiri gücümüzü kaybettiğimiz bir topluma doğru sürükleniyoruz. Bu kayıtsızlık, başkalarının acısını normalleştirmekle kalmıyor, yarın bizim acımızın da kimse tarafından paylaşılmayacağı bir geleceği hazırlıyor.
Çürüme döngüsünü kırmak!
Bu döngüyü kırmanın tek yolu, insani değerleri yeniden hatırlamak, ortak dertlere sırt çevirmemek ve eleştiri kültürünü bilinçli olarak güçlendirmekten geçiyor. Teknolojiyi sadece bireysel haz peşinde koşmanın aracı olmaktan çıkarıp, dayanışma ve farkındalık ağları kurmanın bir zemini haline getirebilirsek, çocuklarımıza ve kendimize “başka insanların yaşadığı acının bizim de derdimiz olduğunu” öğretebilirsek bir çıkış yolu bulabiliriz.
Aksi takdirde, kendi konfor alanımızda rahatsız olmadan yaşadığımızı sanırken, toplumsal çürüme tüm bağlarımızı sessizce kemirmeye devam edecek. O kemirme, en sonunda hayatı ortak değerler ve dayanışma olmadan yaşanmaz hale getirdiğinde, geriye yapayalnız insanların sessiz çığlıklarını duymanın bile kimseye bir şey ifade etmediği bir dünya kalmış olacak.
Buna da göz atın: Sürdürülebilirlik fetişizmi ve ekolojik burjuvazi