Avrupa ekonomisi ciddi bir sınavdan geçiyor. Yüksek enerji maliyetleri, küresel rekabet baskısı ve yeşil dönüşüm hedeflerinin yarattığı ekonomik yük, kıtadaki sanayi devlerinin ayakta kalma mücadelesini dünyanın gündemine taşıdı.
Avrupa Birliği’nin endüstri devi Almanya’da, şirketler sene başından bu yana çalışanlarının sayısını azaltma planlarını açıklıyor. Alman demir yolları işletmesi Deutsche Bahn 30 bin çalışanıyla yollarını ayıracağını belirtirken, otomotiv tedarikçisi ZF Friedrichshafen 2028’e kadar çalışan sayısını 11 bin ila 14 bin arasında azaltacağını duyurdu. Bosch, Continental, Volkswagen, Deutsche Bank ve Audi gibi devlerin de işten çıkarma furyasına dahil olmasıyla beraber, toplam rakamların 100 binin üzerine çıkması bekleniyor.
Fransa da ekonomik problemlerden etkilenen Avrupa Birliği ülkeleri arasında yer alıyor. Çelik endüstrisi, otomotiv ve havacılık sanayiinde işten çıkarma haberleri gelirken siyasette de sular durulmuyor. Mecliste güvenoyu almayı başaramayan başbakan Michel Barnier, Aralık’ın başında görevinden ayrılmıştı. Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron yeni başbakan olarak François Bayrou’yu atasa da bütçe görüşmelerindeki gerginlik hala sürüyor.
Peki, bu durum Avrupa sanayisinin ve ekonomisinin kalıcı gerileyişine mi işaret ediyor, yoksa Avrupa’da geçici bir dönüşüm sürecinin sancıları mı yaşanıyor? Avrupa ekonomisi neden durgunlukla karşı karşıya kaldı? ABD ve Çin’in yarattığı rekabet, Avrupa’yı ekonomik anlamda önemli bir oyuncu olmaktan çıkarıyor mu? Gelin tüm bu sorulara yanıt arayalım.
Avrupa Birliği: Fırsat mı yoksa ayak bağı mı?
Avrupa’nın güncel ekonomik ve yapısal problemleriyle ilgili yazıp çizenlerin pek çoğunun en sonda bahsettiği konuyu baştan ele almak gerek. Durgunluk ve siyasi krizler dendiğinde, artan enerji fiyatlarından başlayıp verimlilik ve rekabetçilik bakımından yaşanan düşüşe kadar pek çok sebep sıralanıyor. Konu Avrupa Birliği’ne geldiğinde ise, kural koyucuların ürettiği politikalara ve sınırlamalara kısacık değinilip geçiliyor. Oysa ki pek çok mesele, dönüp dolaşıp bir şekilde Avrupa Birliği’ne bağlanıyor.
2013’te gerçekleşen yedinci genişleme hamlesiyle Hırvatistan Avrupa Birliği’ne dahil olurken, üye devletlerin sayısı 28’e ulaşmıştı. Bu dönemde beklenti, Balkan devletlerinin de katılımıyla Avrupa Birliği’nin daha da genişlemesi yönündeydi. Ancak aradan geçen yıllarda, genişleme planları yavaş yavaş daha az konuşulur oldu. 2016’da gerçekleşen referandumla, Birleşik Krallık’ın Avrupa Birliği’ne veda edeceğini açıklaması ve krizlerle geçen dört yılın ardından Brexit’in tamamlanmasıyla üye sayısı tekrar 27’ye düştü.
İş gücünün ve nüfusun serbest dolaşımı ve parasal birlik gibi Avrupa devletlerinin bütünleşmesini öngören politikalar, uzun süredir ülkeler üzerinde farklı etkiler gösterdi. Bir yandan maaş dengesizlikleri ve beyin göçü gibi olumsuz sonuçlara neden olan birleştirici politikalar, diğer yandan irili ufaklı devletlerden oluşan Avrupa’ya kendi içerisinde konsolide olma ve çok uluslu birlik ekonomisi yaratma imkanı verdi.
Doğal kaynakları sınırlı, hızla yaşlanan nüfusuyla Avrupa için ekonomik ve sosyal birliktelik rekabetçi ve üretken kalmak adına fırsat yarattı. Ticarette ve nüfus dolaşımında serbestlikle beraber yıllar içerisinde geliştirilen “interdependency” (karşılıklı bağlılık) hali, kıtada barış ve stabilitenin uzun süredir korunması gibi etkenlerle Avrupa rüyası adeta gerçeğe dönüştü.
Madalyonun öteki yüzünde ise, birbirine entegre olan devletlerin oluşturduğu bu devasa yapı, baştan sona bir “kodeks” yarattı. İnsan hakları, çevrenin ve doğanın korunması, tüketiciyi ve ticari dürüstlüğü ön planda tutma anlayışı ve birlik üyesi ülkelerin iç dengelerini gözeterek regüle edilen bir ekonomik bölgeye dönüşen Avrupa pek çok alanda büyük atılımların gerisinde kaldı.
Her ne kadar yukarıda saydığımız özellikler, insani bir yaşam ve çalışma ortamı oluşturabilmek adına pozitif hamleler olsa da, Avrupa’nın özellikle girişimcilik alanında imajına etkisi negatif yöndeydi. Yeni şirketler kurmak, teknolojik atılımlar yapmak ve geniş çapta üretime geçmek isteyenler için Avrupa birinci destinasyon haline gelmeyi başaramadı. Aksine, devletlerin ve birlik adına oluşturulan standartların her anlamda girişimcilerin karşısına dikildiği, uzun bürokratik süreçlerin ve pahalı iş gücünün büyümeyi yavaşlattığı bir ekosistem olarak görüldü.
Son günlerde MIT’de görev yapan Andrew McAfee tarafından paylaşılan bir blog yazısı ve infografik Linkedin’de ve iş çevrelerinde popüler hale geldi. Avrupa ve ABD’de sıfırdan kurulan 50 yaşın altında ve pazar büyüklüğü 10 milyar doların üzerinde olan şirketleri kıyaslayan bu infografik, aradaki farkın ciddi bir biçimde açıldığını gözler önüne seriyor.

Avrupa merkezli pek çok köklü şirket, ülke ekonomilerinin Avrupa Birliği macerası içerisinde yaşadığı değişim ve dönüşüm süreçlerine zaman içerisinde adapte oldu. Ancak infografikte de görüldüğü üzere, Avrupa Birliği ekosistemi pazara yeni girmek isteyen girişimler adına cazip görülen merkezlerden biri olmayı başaramadı.
Verimlilik ve birlik yapısı
Araştırmacı ve Ekonomist Patrick Artus, ABD ve Avrupa ülkeleri arasında verimlilik ve üretkenlik bakımından 2010 – 2023 arasında gözlemlenen farka dikkat çekiyor. Bu dönemde ABD’de üretkenliğin yüzde 22 arttığını vurgulayan Artus, Euro bölgesinde bu artışın 13 yılda yalnızca yüzde 5’e ulaşabildiğini belirtiyor. Üretkenlik bakımından oluşan bu farkın sebebini ise, Avrupa’da teknolojiye ve Ar-Ge çalışmalarına yapılan yatırımın ABD karşısında yaklaşık yarı yarıya daha düşük olmasına bağlıyor.
Tam da bu noktada, bazı yapısal farklara değinmekte de fayda var. ABD ve Çin, tek başına birer bağımsız devlet olarak hareket edebilirken, Avrupa Birliği 27 bağımsız parçayı bir bütün olarak ifade ediyor. Amerikan eyaletleri, yatırımcılara birbirinden farklı ticari avantajlar sunabilirken, büyük projeler ve ulusal çapta verilecek hizmetler konusunda tüm ülkeyi kapsayan bir anlayışı benimseyebiliyor.
Çin ise ABD’nin aksine üniter yapılı, merkeziyete daha çok önem veren bir devlet. Ancak Çin de tıpkı ABD gibi kendi içerisinde özel ekonomik bölgeler oluşturarak farklı ticari koşullar yaratabiliyor. Keza yine ABD gibi, tüm ülkeyi ilgilendiren konularda hizmeti ve planlamayı merkezden genele yayabiliyor.
Avrupa Birliği pek çok fon ve kuruluş vasıtasıyla üye ülkelerde ekonomik kalkınmaya destek olsa da merkezi kararlar alma konusunda sınırlarla karşılaşıyor. Üye ülkeler bağımsızlıklarını devam ettirirken, birliğin tamamını kapsayacak ekonomik hamleler büyük ölçüde imkansızlaşıyor. Birlik içerisindeki her devlet, yatırımcıya kendi koşullarını sunuyor ancak gerektiği noktada Çin ve ABD gibi bütüncül hareket edebilmek pek mümkün olmuyor.
Enerji krizi ve yeşil dönüşüm
ABD ve Çin ile kıyaslandığında Avrupa ekonomisindeki gerilemenin temel sebeplerinden biri de enerji fiyatlarındaki uçurum. Avrupa’da doğal gaz fiyatları ve sanayi elektriği maliyetleri ABD’nin oldukça üzerinde seyrediyor.
Rusya – Ukrayna savaşı ve uygulanan yaptırımların olumsuz etkileri görülürken, enerji fiyatlandırma modeli de Avrupa sanayisini zor durumda bırakıyor. Avrupa’da elektrik fiyatları, marjinal fiyatlandırma modeli ile belirleniyor. Bu sisteme göre, enerji ihtiyacını karşılamak için belirlenen fiyat ne kadarsa tüm satışlar bu fiyat üzerinden gerçekleşiyor. Dolayısıyla elektrik üretiminde ucuz güneş enerjisi kullanılsa dahi, doğal gazın yüksek fiyatı tüm enerji maliyetlerini yukarı çekiyor.
Avrupa’nın enerji dönüşümü, yenilenebilir kaynakların (rüzgar ve güneş enerjisi) kullanımını artırsa da bu kaynakların yıl boyunca tutarlı bir enerji sağlama kapasitesi hala sınırlı. Ayrıca nükleer enerjiye karşı yürütülen politikalar, enerji arzındaki açığı daha da büyütüyor. Almanya tüm nükleer santrallerini 2023’te tamamen kapatırken, İspanya da 2027’de ilk nükleer tesis kapanışını gerçekleştirecek.
İtalya Eski Başbakanı Mario Draghi, enerji alanında birliği hızlıca reformlar gerçekleştirmeye çağırıyor. Aksi takdirde, Avrupa’nın “yavaş bir ekonomik çöküş” riskiyle karşı karşıya olduğunu belirtiyor. Draghi’ye göre, sanayide enerji maliyetlerini azaltacak reformlar olmadan Avrupa’nın küresel rekabetçiliğini sürdürmesi zor.
Öte yandan Avrupa’nın yeşil dönüşüm hedefleri, sanayinin geleceği üzerinde çift yönlü bir baskı yaratıyor. Bir yandan karbon emisyonlarını azaltmak için yeni teknolojilere geçiş zorunluluğu, diğer yandan bu dönüşümün yüksek maliyetleri sanayicileri zorluyor.
Özellikle enerji yoğun sektörler olan çelik, çimento ve kimya sanayisi, yeşil dönüşümün maliyetlerini en ağır hissedenler arasında. Bu sektörlerdeki üretim kapasiteleri Avrupa’da daralırken, ihtiyaç duyulan ürünler Asya’dan ithal ediliyor. Ancak bu durum, çevresel açıdan bir paradoks yaratıyor: Avrupa’nın karbon ayak izini azaltmak adına üretimi başka ülkelere kaydırması, küresel ölçekte daha fazla kirliliğe neden oluyor.
Enerji anlamında, Avrupa’nın büyük bir değişim sürecinden geçtiği görülüyor. Bu süreç tamamlandığında, küresel çapta karbon salınımının azaltılması adına önemli bir adım atılmış olacak. Ancak Çin’in endüstriyel ve teknolojik alanda atılım yaptığı ve Avrupa’da lokomotif olarak görülen sektörlerde ciddi bir rekabet avantajı yakaladığı bu döneme Avrupa’nın enerji dönüşüm sürecinin ortasında adeta hazırlıksız yakalanması, işleri oldukça zorlaştıracak gibi görünüyor.
Avrupa’yı neler bekliyor?
Şimdilik dış ticarette rekabet avantajı azalan Avrupa’da iç talebe dayalı büyüme stratejilerinin daha popüler hale gelmesi bekleniyor. İlk önlemlerden biri olarak, Çin merkezli elektrikli araç üreticilerine yeni vergiler getirildiği açıklandı. Avrupalı otomotiv üreticilerini korumaya ve iç pazarın Çin hakimiyetine girmesini engellemeye yönelik bu karar Ekim 2024’te yürürlüğe girdi.
Mario Draghi’ye göre, Avrupa’nın hala eğitimli ve yetenekli bir iş gücü var. Ancak bu potansiyelin harekete geçmesi için enerji reformlarının ve altyapı yatırımlarının yapılması, bürokratik engellerin azaltılması gerekiyor.
Bir grup yorumcu ve ekonomist, Avrupa ekonomisini çoktan “dünyanın müzesi” olarak adlandırıp, yakın zamanda önemli bir oyuncu olmaktan çıkacaklarını ifade etmeye başladı bile… Ancak kesin hükümlerden kaçınıp, Avrupa Birliği’nin özellikle yeşil dönüşüm konusundaki hamlelerinin nasıl sonuçlar vereceğini değerlendirmek daha temkinli bir bakış açısı olabilir.
Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Kasım ayında Strazburg’da gerçekleştirdiği konuşmada, sorunların farkında olduklarını ve çözüm için çalıştıklarını belirtti. Von der Leyen, konuşmasında özellikle güvenlik ve ekonomide rekabetçilik konularının altını çizerek, birliği bekleyen tehditlerin ve zorlukların ciddiye alındığını vurguladı. Bu doğrultuda, özellikle 2025’ten itibaren Avrupa Birliği içerisinde yeni adımların atılması bekleniyor.
Avrupa, yeşil dönüşümü tamamlayıp, teknolojik yatırımlarını artırarak geleceğin üretim modellerine öncülük edebilir mi? Yoksa küresel rekabette gün geçtikçe daha da geride mi kalacak? Bu soruların cevapları, önümüzdeki yıllarda alınacak kararlarla şekillenecek.
Buna da göz atın: İlk beyaz yakalılar: Doğu Hindistan Ticaret Şirketi