Thomas Hobbes’un 1651 yılında yayımladığı Leviathan, modern siyaset felsefesinin temel taşlarından biri olarak kabul edilir. Ona göre insanlar doğaları gereği rekabetçi, güvensiz ve güç arayışı içinde olan varlıklardır. Bu, insanlar arasında sürekli bir çatışma ve güvensizlik ortamı yaratır.
Hobbes’un çözümü, toplum sözleşmesi fikridir. Bu sözleşmeye göre insanlar, kaotik durumdan kurtulmak için kendi özgürlüklerinin bir kısmını devlete (iktidara) devrederler. Bu şekilde ortaya çıkan egemen güç, Hobbes’un Leviathan olarak adlandırdığı devlettir.
Leviathan metaforu, Eski Ahit’teki güçlü ve korkutucu deniz canavarına atıfta bulunur. Bu, devletin mutlak gücünü ve otoritesini sembolize eder. Hobbes’a göre, devletin gücü ne kadar büyük ve mutlak olursa, toplumsal düzeni sağlama kapasitesi de o kadar yüksek olur.
Otoriter devlet çatısı altında, “toplumsal düzen” adına bireysel hak ve özgürlüklerin tamamen ortadan kaldırılması… Tıpkı, Orwell’in 1984 distopyası gibi değil mi?
Otoriter düzenin egemenliğindeki dünyada, artık karşımızda bir başka tehdit daha var. Teknoloji, bu merkezi otoritenin niteliğini ve gücünü değiştiriyor. Artık, algoritmaların, yapay zeka sistemlerinin ve büyük veri analitiğinin desteğiyle çalışan bir “dijital otorite” gelişiyor.
Algoritmaların egemenliği
Hobbes’un Leviathan’ı, egemenin fiziksel varlığıyla toplumu kontrol eden bir güçtü. Ancak dijital Leviathan, doğrudan bir liderden ziyade, algoritmaların ve otomasyon sistemlerinin arkasına saklanmış ya da ondan destek alan bir otorite olabilir.
Bu yeni yapı bireylerin tercihlerini, davranışlarını ve karar alma süreçlerini sürekli izleyen ve analiz eden yapay zeka sistemleri tarafından desteklenir. Bu durum, Michel Foucault’nun “biyoiktidar” kavramına yeni bir anlam kazandırıyor. Foucault’ya göre modern iktidar, bireylerin biyolojik yaşamlarını düzenleyerek kendini kurar ve geliştirir. Dijital Leviathan, bu biyoiktidarı daha da incelikli bir hale getirebilir; bireylerin alışkanlıklarından sağlık durumlarına kadar her şey, yapay zeka destekli gözetim sistemleri tarafından düzenlenebilir.
Peki, dijital Leviathan, bireylerin haklarını ve özgürlüklerini nasıl koruyabilir? Ayrıca, bu tür bir düzen, gerçekten sürdürülebilir bir toplumu mümkün kılar mı?
Bu sorular, dijital Leviathan’ın etik temelini ve felsefi dayanaklarını sorgulamayı zorunlu hale getiriyor.
Toplumsal dayanışma
Dijital Leviathan, yalnızca bireyleri sürekli gözetim altında tutmakla kalmaz, aynı zamanda toplumsal dayanışma ruhunu da dilediğince belirler.
Hannah Arendt’in “insanlık durumu” analizinde belirttiği gibi, insanlar yalnızca biyolojik varlıklar değil, aynı zamanda eylemleriyle anlam yaratan varlıklardır.
Dijital Leviathan, insanların eylemlerini önceden tahmin edebilir ve hatta bu eylemleri yönlendirebilir. İnsanlar, bireysel kararları yerine algoritmik kararlarla yönlendirildiklerinde, ortak bir amaç doğrultusunda kolektif bir bilinç geliştirme ihtiyacı zarar görür. Bu, toplumsal sürdürülebilirlik açısından bir risk oluşturur.
Sürdürülebilir toplum sözleşmesi
Dijital Leviathan’ın sürdürülebilir bir toplum sözleşmesi çerçevesinde nasıl şekillenmesi gerektiği sorusu kritik: İnsan, teknoloji ve doğa arasındaki denge nasıl kurulacak?
John Locke’un bireysel haklar ve özgürlükler üzerine inşa ettiği toplum sözleşmesi anlayışı, dijital çağda yeniden yorumlanmalı. Locke’un doğal haklar kavramı, dijital Leviathan’ın tasarımında bireylerin mahremiyet hakkı, veri hakları ve etik özerklik hakları olarak yeniden formüle edilmeli. Bu haklar, sadece devlet gücüne karşı değil, aynı zamanda yapay zeka sistemlerine karşı da bir koruma kalkanı oluşturmalı.
Ayrıca, sürdürülebilir toplum sözleşmesi, teknolojiyle doğanın ilişkisini de kapsamalı. Dijital Leviathan, çevresel hedeflere ulaşmak için kullanılan bir araç olarak düşünülse de bu hedeflerin etik olarak kabul edilebilir sınırlar içinde kalması bir zorunluluk.
Bu, yalnızca karbon salımını azaltmakla değil, aynı zamanda doğal alanları koruyarak ve biyolojik çeşitliliği sürdürmekle de ilgili. Leviathan’ın hem bireylerin haklarını hem de doğanın bütünlüğünü gözeten bir yapı olarak yeniden tanımlanması gerekiyor.
Katılımcı demokrasi ve Leviathan’ın dönüşümü
Eğer dijital Leviathan, toplumun sürdürülebilir bir geleceğe doğru yönlendirilmesinde rol oynayacaksa, bu sadece yukarıdan aşağıya bir kontrol mekanizması olarak kalmamalı. Bunun yerine, vatandaşların, yerel toplulukların ve sivil toplum örgütlerinin katkıda bulunduğu geniş bir toplumsal mutabakat modelinin benimsenmesi gerekiyor.
Katılımcı bir dijital Leviathan, bireylerin ve toplulukların haklarını koruyarak, çevresel ve toplumsal sürdürülebilirliği sağlayabilir. Bu, hem etik temellerin güçlendirilmesi hem de toplumsal dayanışmanın artırılması için kritik önemde.
Sonuç
Dijital Leviathan, insanlık tarihinin en büyük felsefi, etik ve toplumsal dönüşümlerinden birini temsil ediyor.
Bu dönüşüm, bireylerin özgürlüklerini ve haklarını korurken, toplumun uzun vadeli sürdürülebilirliğini sağlamayı hedeflemeli. Ancak bu, dijital Leviathan’ın yalnızca güçlü bir kontrol mekanizması olarak görülmesini değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı ve etik ilkeleri güçlendiren bir araç olarak yeniden tanımlanmasını gerektiriyor.
Ancak böylece Leviathan Hobbes’un hayal ettiği gibi bir zorbalık değil, herkes için daha adil ve sürdürülebilir bir düzenin temeli haline gelebilir.
Buna da göz atın: Kayıtsızlığın dikenli tahtı