Yaşadığımız zamanların ruhunu tanımlamak zorunda kalsaydım, tereddütsüz “Saçmalıklar Çağı” derdim. Sadece bireysel mutsuzluklarımızdan ya da sosyal medyada gördüğümüz garipliklerden değil; daha derin, daha sistematik bir saçmalıktan söz ediyorum. Modern insanın hayatı artık büyük bir çelişkiler yumağına dönüşmüş durumda.
Michael Foley’nin Saçmalıklar Çağı kitabı tam da bu halimizi anlatıyor. Foley, modern bireyin sürekli mutluluk peşinde koştuğunu, fakat bu arayışın doğası gereği başarısız olmaya mahkûm olduğunu söyler. Çünkü mutluluk, doğrudan elde edilecek bir hedef değildir; onu amaçladıkça daha da uzaklaşırız.
Bugün mutluluk, tüketilecek bir ürün gibi pazarlanıyor: Daha iyi bir telefon, daha egzotik bir tatil, daha parlak bir kariyer. Oysa bu arzular tatmin edilmek üzere değil; yenilerini doğurmak üzere tasarlanıyor. Ve insan, eksiklik duygusunun motoruyla sürekli yeniden piyasaya sürülüyor.
Bu bireysel çelişkinin ardında daha büyük bir sistemsel dönüşüm var. Kapitalizmin tarihine baktığımızda insan-makine ilişkisinin bu değişimi çok net görünür hale geliyor.
Sanayi Devrimi’nde (18. yüzyıl sonu – 19. yüzyıl) makineler ilk kez hayatımıza girdi. O dönemlerde insanlar, buhar gücüyle çalışan makineleri kullanarak üretim yapıyordu. Fabrikalar, dokuma tezgahları, madenlerde çalışan işçiler… Makine, insanın işini kolaylaştıran ama hala kontrol altında tuttuğu bir araçtı. Üretimin temposu çoğunlukla insan emeğine bağlıydı. Makine çalışıyordu ama insan hala merkezdeydi.
20. yüzyılın başında Fordizm sahneye çıktı. Henry Ford, otomobil üretiminde bant sistemini kurarak devrim yaptı. İlk kez, üretim süreci parçalandı ve her işçi yalnızca küçük bir adımın uzmanı haline geldi. İnsan, makinenin ritmine ayak uydurmak zorundaydı.
Bant akıyor, ürünler işçilerin önünden geçiyordu; her işçi birkaç saniye içinde aynı hareketi yaparak üretime katkı veriyordu. Makine artık sadece bir araç değil, üretimin temposunu ve biçimini belirleyen bir ana aktör olmuştu. İnsan, makinenin ritmine uyan bir vida haline geldi.
Böylece fiziksel üretim artarken, insan emeği standartlaştı ve sıradanlaştı. Fordizm’in sunduğu daha iyi ücretler ve tüketim imkanları, bir tür ekonomik sus payı gibiydi: İşçiler daha fazla üretiyor, daha fazla tüketiyor ve böylece sisteme entegre oluyordu.
Bugün ise bambaşka bir evredeyiz:
Gözetleme Kapitalizmi Çağı
Artık insanın bedeniyle yaptığı üretim değil, dijital dünyadaki davranışları değerli.
Google’a yazdığımız bir arama, sosyal medyada bir fotoğrafa verdiğimiz beğeni, harita uygulamasında gittiğimiz yerler…
Bunların hepsi dev veri bankalarına kaydediliyor, işleniyor, anlamlandırılıyor. En önemlisi biz bunları yaparken bir işçi olduğumuzun farkında bile değiliz.
Gözetleme kapitalizmi, bizim her tıklamamızı, her kaydırmamızı, her küçük dijital izimizi ekonomik bir değere çeviriyor. Biz, davranışlarımızla algoritmaları eğitiyor, reklam hedeflemelerini geliştiriyor ve teknoloji devlerinin kasasını dolduruyoruz. Ücret almadan, gönüllü olarak, sürekli çalışan görünmez işçiler haline geldik.
Sanayi Devrimi’nde makineleri çalıştırıyorduk. Fordizm’de makineler bizi çalıştırıyordu. Bugünse biz, algoritmalar için ham maddeye dönüştük.
Ve belki de en ironik olanı: Bu görünmez emeği verirken, kendimizi her zamankinden daha özgür hissetmemiz. Özgürlük hissi ile veri köleliği arasındaki bu ince çizgi, Saçmalıklar Çağı’nın en büyük trajedilerinden biri.
Foley’nin işaret ettiği bireysel saçmalık döngüsü, sistemsel bir döngünün içinde sıkışmış durumda. Artık saçmalık yalnızca kişisel bir deneyim değil; tüm yapısal ilişkilerimizin ortak dili haline geldi.
Belki de yapabileceğimiz ilk şey, bu saçmalığın adını koymak. Ve içinden geçtiğimiz çağın, yalnızca hızın ve teknolojinin değil, aynı zamanda büyük bir yanılgının da çağı olduğunu kabul etmek.
Deniz Bensusan’ın kaleme aldığı bu köşe yazısına da göz atın: Bugün bir siber dolandırıcının maaşı kaç dolar? (Evet, bu bir iş koluna dönüştü)